12 Ocak 2009 Pazartesi

Küresel Kapitalizmi Meşrulaştıran Söylemler (fikret başkaya)

Bilim, şeylerin gerçeğini ortaya çıkarıyorsa, görüntüyle gerçek arasındaki uyumsuzluğu teşhir ediyorsa bilimdir. Şimdilerde bilim denilen bilim tanımına denk düşmek bir yana, bilimin inkârına dönüşmüş durumda. Küresel kapitalizm çağında bilim ve teknoloji, mülksüzleştirmenin, kâr etmenin, yıkımın, manipülasyonun, alıklaştırmanın hizmetinde. Dolayısıyla asıl bulunması gereken zeminin karşıtına savrulmuş, misyonunun ve varlık nedeninin inkârına dönüşmüş durumda. Artık amaç şeylerin, olayların, süreçlerin neden ve nasılını bilince çıkarmak, gerçeğin izini sürmek, gerçeği örten sis perdesini dağıtmak değil, üstünü örtmek, mistifikasyon yaratmak. Teknoloji için de aynı şey söz konusu, artık araç, amacın yerini almış veya araçla amaç yer değiştirmiş, tersyüz olmuş durumda. Şimdilerde insan tekniği kullanmıyor, teknik insanı kullanıyor... Bilim eleştireldir veya eleştirel değilse bilim değildir denmiştir. Lâkin, küresel kapitalizm çağında bir bilim dalında ‘uzmanlık’ almanın, ünvan sahibi olmanın koşulu, bilimsel namusu ve entellektüel dürüstlüğü kurumun giriş kapısında bırakmadan mümkün değil. Bilimsel namusu, entellektüel dürüstlüğü ‘emanete’ teslim etmeden, insanlığından soyunmadan, kendinden menkul bilim camiasına dahil olmak, bir ‘uzmanlık’ veya ünvan ‘kazanmak’ nerdeyse imkânsız. [Elbette her zaman ve her koşulda istisnalar vardır ve istisnalar kuralı doğrulamak içindir denmiştir]. Herşey eleştirel bilinci yok etmek üzere kurgulanıyor ve emekçi çoğunluk sayısız araçlar [medya, gösteri endüstrisi, televizyon dizileri, reklâmlar, futbol, vb.] devreye sokularak alıklaştırılıyor. Bilimi ve sanatı kendilerinden menkûl, anlı şanlı ‘hocalar’, ‘ünlü sanatçılar’ egemen odağın [büyük hırsızların densin] hizmetindeki propaganda makinesini yağlamakla meşguller... Eleştirel bilinci tahrip etmedeki katkıları karşılığında, sömürüden ve yağmadan pay alıyorlar. Aldıkları payın büyüklüğü performanslarının ölçüsü sayılıyor... Bilim cemaatinin ve sanatçı taifesinin kendi varlık nedenlerine ve misyonlarına neden ve nasıl yabancılaştıkları, sömürü düzeni tarafından nasıl araçlaştırıldıkları, bunun da ne anlama geldiği üzerinde önemle ve ısrarla durmayı gerektiriyor. Zira bilimci cemaati karartmanın, alıklaştırmanın, sanatçı taifesi de artık kirletmenin hizmetinde...
Küresel Kapitalist Saldırıya [Emperyalizme] Eşlik Eden Bazı Söylemler
Kapitalizm, sermayenin yeniden üretimi, daha doğrusu genişletilmiş ölçekte yeniden üretimidir. Dolayısıyla genişleme ve yayılma dinamiği ve eğilimi sistemin mantığına içkindir. Bu nitelikten ötürü de, kapitalizm emperyalizm üretmeden, emperyalizm militarizm ve savaş olmadan, hegemonya da düşmansız varolamaz. Emperyalizm ne arizî bir şeydir ne de kapitalist gelişmenin belirli bir evresinde ortaya çıkmıştır, sisteme içkin [mündemiç], süreklilik arzeden bir temel eğilimdir. Fakat global ölçekte sınıf mücadelesinin veya güçler dengesinin seyri, ezilen halkların ve sömürülen sınıfların mücadelesi ve direnci, kapitalist küreselleşmenin sınır ve kapsamını belirler. Nasıl her bir tekil kapitalist, sermayesini sürekli büyütmeden varolamazsa, ileriye doğru kaçmaya mahkûmsa, bir sömürü metabolizması olan kapitalist sistem de bir bütün olarak genişlemeden, yayılmadan, yeni alanları kapsamadan ve kendi mantığıyla uyumlandırıp/dönüştürmeden varlığını sürdüremez. Kapitalizm sadece bulunduğu mekânların dışına taşma dinamiği taşımaz veya sadece yatay [coğrafi] alanda genişlemez [prekapitalist alanları etkisi altına alma anlamında], aynı zamanda dikey olarak da genişler. Başka türlü ifade etmek istersek, halen kapitalist üretim ilişkilerinin geçerli olduğu alanda tüm insan ilişkilerini metalaştırır, her yere derinlemesine nüfûz eder. Fakat kapitalist saldırı tek başına yol alamaz ve kalıcı olamaz. Saldırıya ideolojik saldırının eşlik etmesi, bir dizi kelime, kavram ve söylemin zihinleri işgal etmesi, ezilen/sömürülen kitlelerin bilincinin sömürgeleştirilmesi de gerekir. Her cerrahî operasyonda narkoza ihtiyaç duyulması gibi... Velhasıl her türlü egemenlik biçimi, meşrulaştırmaya/kabullendirmeye ihtiyaç duyar ve bu amaçla ideolojik bir söylem oluşturmak esastır. Esasen bu her türlü egemenliğin vazgeçilmez kuralıdır. Şimdilerde küreselleşme denilen emperyalist saldırıyı meşrulaştırıp/kabullendirmeyi amaçlayan bir dizi söylem ortalığı kaplamış durumda. Fakat söz konusu kavramlar ve söylemler ne yeni ne de orjinal, yaklaşık ikiyüzelli yıllık kapitalist modernitenin kavramları. Sadece ısıtılıp sofraya konuyor... Eğer sömürü ideolojik egemenliği varsayıyorsa, ideolojik kölelik olmadan yol alamıyorsa, ideolojik saldırı ancak karşı ideolojik saldırıyla etkisizleştirilebilir. Karşı ideolojik saldırının başarısı veya bilincin özgürleşmesi de, pratik mücadeleye eklemlendiğinde mümkündür. Dolayısıyla ideolojik teşhir eylemi önemlidir ama yeterli değildir. Bu da demektir ki, kavramların ve söylemlerin yaygınlığı ve etkinliği, sınıflar mücadelesiyle ve güçler dengesiyle doğrudan ilgilidir. Sömürge halkları tarih sahnesine çıkıp, sömürgeciliği tasfiye etmek üzere kapsamlı bir karşı saldırıya geçmedikleri dönemde, sömürgecilik ve anti-sömürgecilik kavramları kullanılmıyordu. O dönemler boyunca sömürgeci-emperyalist devletlerin söylemi geçerliydi ve olup/bitenler [sömürgecilik] olumlu, gerekli ve normal bir şey olarak sunuluyordu. Sömürgecilik uygarlaştırıcı misyonun bir gereği sayılıyordu. Sömürgecilik ve anti-sömürgecilik kavramları, sömürge halkları geçerli statüyü parçalamak üzere tarih sahnesine çıktıklarında yaygın kullanıma ulaştı. Şimdilerde kapitalist saldırının ortaya çıkardığı tahribat ve yıkım, kapitalizmin beşyüzyıllık tarihinde görülmemiş boyutlarda, ama kapitalizm, emperyalizm, sömürü, eşitlik, sosyal eşitsizlik, sosyal adalet, vb. kavramlar nerdeyse kullanımdan düşmüş gibi. Onların boşalttığı alanı küresel kapitalist saldırıyı meşrulaştırıp/kabullendiren bir dizi kavram ve söylem dolduruyor: İnsan hakları, demokrasi [aslında kastedilen liberal demokrasi veya piyasa demokrasisidir!], sivil toplum ve sivil toplumu güçlendirme retoriği, çokkültürcülük[doğrusu kültüralizm], totalitarizm, sürdürülebilir kalkınma, vb. Bunun nedeni, sınıfsal güç dengesinin sermaye lehine dönmüş olması ve ona eşlik eden teorik eleştiri zaafıdır. Bu durum Coca-Cola aydınlarının neden etkinlik sağladıklarını, köpeksiz köyde nasıl değneksiz gezebildiklerini de açıklıyor...
Şimdilerde insan hakları söylemi küresel kapitalizmin araçlaştırdığı söylemlerin başında geliyor. İnsan hakları standardının yükseltilmesinden çok söz ediliyor da bunun gerçek dünyada bir karşılığı olup/olmadığı, kimin için ne anlama geldiği tartışma konusu yapılmıyor. Bir taraftan insanı insanlıktan çıkaran bir süreç hızla yol alırken, insanca yaşamanın temelleri aşındırılırken, bu dayatmanın faillerinin insan haklarından söz etmesi çelişik değil mi? Neoliberal ekonomik ve sosyal politikalar sonucu her geçen gün daha çok insan mülksüzleşir, proleterleşir, üretmek ve yaşamak için gerekli araçlardan yoksun bırakılırken, ortak yaşam alanları yok edilirken, herşey metalaşıp paralılaşırken, insan insana, insan doğaya daha çok yabancılaşırken, doğal çevre tahribatı derinleşirken, insan hakları nasıl gelişecek, gerçekleşecek? Aslında insan hakları diye bir şey yok ve olmadı ama öyle güçlü bir söylem zaman zaman piyasaya sürüldü. Söz konusu olan, yasalar karşısında biçimsel eşitlikti, hiçbir kıymet-i harbiyesi de yoktu. Kaldı ki, yasaları yapanlar çekleri imzalayan mülk sahibi sınıflardı. İnsan ve yurttaş haklarından söz ediliyordu ama insanların hakları yurttaşların haklarından farklıydı. Yurttaş sayılmak için mülk sahibi ve eğitimli olmak gerekiyordu ki, insanlar oyunun dışında kalmışlardı. “İnsanlar” ancak uzun ve zorlu mücadeleler sonucunda oyuna ‘kısmen’ dahil olabildiler. İnsanların doğuştan, vazgeçilmez hakları vardır demek bir şey söylüyormuş gibi yapıp hiçbirşey söylememektir. Zira bu dünyada soyut, hayali bir insan yok... Bir topluluğun üyesi ve toplulukta belirli bir konuma sahip işçi, çiftçi, mülk sahibi veya proleter, işsiz veya aç... velhasıl sınıfsal bir aidiyete sahip. İşsiz veya bir gelirden yoksun olan, gelecek kaygısı taşıyan bir birey için insan hakları söylemi ne anlama gelebilir? Böyle bir durumda herkes yasalar karşısında eşittir demek, reel eşitsizliği hayali bir eşitlik söylemiyle yok saymak değil midir? İnsan hakları söylemi, özü itibariyle politik mahiyetteki bir sorunu hukuk düzleminde çözmenin mümkün olduğu gibi temelli bir yanılsamaya dayanıyor. Kaldı ki, hukuk da kanuna indirgeniyor, kanunu kimin neden yaptığı sorusu atlanıyor, kötü olabileceği kabul edilmiyor... Aslında söylem sanıldığından daha da tahripkâr. Sistem tarafından çıplaklaştırılmış, yalnızlaştırılmış bireyin tek başına hak aramasının mümkün olduğu düşüncesini içeriyor ve onu bütünüyle etkisizleştirmeyi, pasif, edilgen, iradesiz bir nesneye dönüştürmeyi, velhasıl özne olmaktan çıkarmayı amaçlıyor. Üretmek ve yaşamak için hiçbir imkâna ve araca sahip olmayan, yaşamak için emeğinden başka satacak bir şeyi olmayan bireyin kendini gerçekleştirmesi, haklarını savunması nasıl mümkün olabilir? Proleterin politik bir özne haline gelip politik etkinlik sağlayabilmesinin yegâne yolu, örgütlü/kolektif mücadeleyle politik sürece katılmasıdır. Aksi halde ‘yurttaş’ sayılması mümkün değildir. Fakat kapitalist toplumda politik alanla ekonomik alan birbirinden koparılmış durumda. Emekçi sınıf ekonomik alanın yönetimine dahil edilmiyor, sadece -o da her zaman değil- oy kullanmasına izin veriliyor. Oysa ekonomik alanın yönetimi mülk sahibi kapitalist sınıfın tekelinde kaldıkça, oy atmanın, oyunun figüranı olmak dışında bir kıymet-i harbiyesi yoktur. Şimdilerde insan hakları söylemi, emekçi sınıfların kolektif mücadelesini etkisizleştirmenin ve emperyalist saldırıyı meşrulaştırmanın aracı, önce uluslararası hukuk aşındırılıyor, sonra da bir ‘haklı savaş’ söylemi icat ediliyor... Artık insan hakları standardının yetersiz olduğu düşünülen ülkelere savaş açmanın yolu açılmış demektir... Şimdilerde insan hakları söylemi sömürüyü gizlemenin, kitleleri oyalamanın, emperyalist saldırıyı dayatmanın ve/veya meşrulaştırmanın bir aracına dönüşmüş durumda. Böylelikle dünyadaki mevcut güç ve iktidar ilişkilerinin meşrulaştırılıp/ kabullendirmesini, yeniden üretmesini sağlayan ideolojik araçlardan biri...
Küresel kapitalizmin söylemlerinden biri de sivil toplum, sivil toplum örgütleri [STK] sivil toplumu güçlendirme. Sivil toplum söylemi, insan hakları söylemini tamamlıyor. Emekçi sınıfların kolektif mücadelesine [sendikalara, vb.] savaş açılmışken, sivil toplum söylemiyle neyin murâd edildiği açık değil mi? Sivil toplum örgütü denilenler aslında içi boş midye kabuğu olmanın ötesinde bir kıymet-i harbiyeye sahip değiller ama önemli bir ideolojik işlev gördükleri kesin. Gerçek anlamda sivil toplum örgütü olsalardı, sorunun kökenine inerlerdi ve neoliberal küreselleşme tarafından tehdit edilen çıkarları savunurlardı. Benim yalan üretme dükkânları dediğim think tank’lar sivil toplum örgütü denilenlerin ideolojik arka planını oluşturuyor. Ortalığı kaplayan sivil toplum örgütleri, küresel kapitalist saldırının, emperyalizmin ortaya çıkardığı devasa yıkımı gözden uzaklaştırmanın, kabullendirmenin aracı, dolayısıyla asıl işlevleri ideolojiktir. Sorunlar çözülüyor, çözülebilir, çözüm yoluna girdi/giriyor izlenimi yaratılıyor. Mücadele alanı boşaltılarak, kitleler gerçek mücadele alanının dışına atılmak isteniyor. Sömürünün, sınıfların, sınıf mücadelesinin söz konusu örgütlerin kitabında yeri yok... Apolitik olmayı marifet sayıyorlar. Oysa, sosyal ilerleme ve demokrasinin derinleşmesi, ulusal özerkliğin pekiştirilmesi için mutlaka politik mücadele gereklidir. Söz konusu örgütler ‘apolitik’ olarak kaldıkça, sadece küresel kapitalist saldırıyı meşrulaştırabilirler. Genel bir çerçevede Eklektik ve uzlaşmacı olan söz konusu kuruluşların temel bir zaafı da sermayeden ve devletten bağımsız olmamaları veya doğrudan sermaye ya da devletler tarafından finanse edilmeleri... Kimi zaman da devletler veya sermaye tarafından kurduruluyorlar... Açıkça sistem karşıtı ve gerçek anlamda alternatif bir projenin taşıyıcısı olmayan, siyaseti etkilemek bir yana egemen siyaset odakları tarafından araçlaştırılan söz konusu STK’ların teşhir edilmesi büyük önem taşıyor.
Demokrasi söylemi de küresel kapitalizmin [emperyalizmin] sözcüleri, akıl hocaları, burjuva siyasetçileri tarafından çok kullanılıyor. Aslında söz konusu olan liberal demokrasi veya piyasa demokrasisidir. Üretim araçlarının mülkiyeti dar bir mülk sahibi sınıfın elinde toplanmışken, kamusal alan diye bir şey kalmamışken, ne var ne yoksa özelleştirilmişken, vb. demokrasiden söz etmek abesle iştigal değilse, insanlarla alay etmektir. Zira, kapitalizmin politik alanda gerçek bir demokratik işleyişe izin vermesi mümkün değildir. Ekonomik alanda yabancılaşmış [üretim, tüketim, dolayısıyla yaşamak için gerekli araçlardan yoksunluk durumu] bireyin, politik planda kendini gerçekleştirmesi, kendi kaderinin efendisi olması mümkün müdür? Kaldı ki, söz konusu olan şimdilerde inandırıcılığını bütünüyle kaybetmiş, tam bir sirk oyununa dönüşmüş olan temsili demokrasidir ve temsili demokrasi başlangıçta gerçek demokrasinin önünü kesmek üzere ‘icat edilmişti’. Aslında demokrasiden söz edenler sömürü, yağma ve talan özgürlüğünün hiçbir engelle karşılaşmadan yol almasını sağlayan bir pratikten söz ediyorlar. Zaten asıl söz konusu olan da bir seçim ve temsil mistifikasyonundan başkası değil. Mevcut durumda insanlar oy kullandıkları anda tüm haklarından vazgeçtiklerini ifade etmiş oluyorlar ve seçtiklerini sandıkları da asla onları temsil etmiyor. Başka türlü söylersek insanların kaderi parlamentolarda belirlenmiyor. Büyük sermayenin hizmetindeki merkezlerde, çokuluslu denilen şirketin yönetim bürolarında, ‘uluslararası’ denilen ama uluslarla ilgisi retorikten ibaret olan kurumlarda, vb. belirleniyor... Retoriğe rağmen gerçek dünyada asıl söz konusu olan, demokrasinin gerçekleşmesi, derinleşmesi değil, sınırlı demokratik hakların ve pratiklerin de tasfiye edilmesidir. Dolayısıyla söylemle gerçek durum arasında bariz bir uyumsuzluk söz konusu...
Herhalde son dönemin en zehirli, en çok yanılsama yaratan ve en yaygın söylemi sürdürülebilir kalkınmadır. Oysa gerçek dünyada kalkınma diye bir şey yok. Kapitalizm koşullarında mümkün de değil. Kapitalizmde geçerli olan sermayenin büyümesidir ve sermayenin büyümesinin kalkınma diye bir şey üretmesi mümkün değildir. Tam tersine, sermayenin tekyanlı çıkarını gerçekleştirmek amacıyla kurgulanmış bir ortamda sermaye sadece sosyal kötülükleri artırabilir ve ekolojik felâketi tetikleyebilir. Nitekim öyle oluyor. Geçerli retorikte önce sermayenin büyümesine [genişletilmiş yeniden üretimine densin] ekonomik büyüme deniyor ve GSMH ile ölçülüyor, sonra da GSMH artışı kalkınmayla özdeş sayılıyor. Dolayısıyla neyin büyüdüğü, büyümenin ne olduğu, kimin için ne anlama geldiği tartışılmıyor. Kalkınma İkinci emperyalistler arası savaş sonrasında oluşan ‘yeni statükoyu’ meşrulaştırıp dayatmak, sömürgeciliğin klasik/doğrudan versiyonunun ‘tasfiyesi’ sonucu ‘bağımsızlığa kavuşan’ devletleri ve bir bütün olarak de ‘çevre’ [periferi] denilen bölgeleri emperyalist sistem içinde tutmak için icat edilmişti. Başka türlü söylersek, uygarlaştırma misyonundan nöbeti devralmıştı. Bir zamanlar uygarlaştıranlar bundan sonra kalkındıracaktı... Fakat söylemin ipliğinin pazara çıkması için fazla zaman gerekmemişti. Daha 1970’lerin başına gelindiğinde söylemle gerçek durum arasındaki uyumsuzluk bariz bir biçimde ortaya çıkmıştı. Artık önüne bir niteleme sıfatı koymadan kavramı kullanmak zorlaşmıştı. Kalkınma kavramının önüne bir dizi niteleme sıfatı getirilerek kullanılmaya başlandı. İşte endojen[içe dönük] kalkınma, bir başka kalkınma, sosyal kalkınma, alternatif kalkınma, vb. 1980’li yılların sonuna doğru da sürdürülebilir kalkınma keşfedildi ve BM Çevre ve Kalkınma Programı’nın [UNDEP] düzenlendiği zirvelerin ikincisi olan Rio Zirvesinden sonra da müthiş bir kullanım yaygınlığına ulaştı. Şimdilerde önüne sürdürülebilir sıfatı getirilmeden kullanılan bir kelime ve kavram yok gibi... Oysa daha önce başka yerde yazdığım gibi, söz konusu olan tam bir zihinsel akrobasidir. Eğer gerçek dünya’da kalkınma diye bir şey yoksa, onun önüne sürdürülebilir sıfatının getirilmesi tam bir oxymore’dur. Bilindiği gibi Kadim Grekçe’de oxymore, yan yana gelmesi caiz olmayan, zıt anlamlı [antinomik] iki kelimeyi yan yana getirmeye deniyor. Kapitalist mantık geçerliyken, çevreye duyarlı, çevre tahribatını kritik eşiğe taşımayan bir ekonomik büyüme, dolayısıyla da kalkınma mümkün değildir. Zira sermaye birikiminin mantığı, her seferinde daha çok üretmeye ve daha çok tüketmeye, kirletmeye, yok etmeye mahkûmdur. Oysa sürdürülebilir kalkınma ‘gelecek kuşakların durumunu tehlikeye atmayan, dolayısıyla doğanın kendini yenilemesini tehlikeye atmayan bir ekonomik büyümenin mümkün olduğu görüşüne dayanıyor... Dünyanın bugünkü manzarasına bakmak söylemin ne anlama geldiğini görmeye yeter...
Çokkültürcülük ve totalitarizm söylemleri için de benzer bir durum var. Sınıf farklılıklarını yok saymak üzere başka farklılıklar öne çıkarılıyor. Etnik, dinî, mezhepsel, kültürel farklılıklar asıl sorunu oluşturuyormuş gibi bir izlenim yaratılarak, kapitalist yağma ve emperyalist saldırı meşrulaştırılmak isteniyor. Elbette insanların kendi geçmişlerini, farklılıklarını merak etmeleri, araştırmaları, kendi geçmişleriyle yüzleşmeleri, tarihsel mirasa sahip çıkmaları, kimliklerini ifade etmeleri önemsiz değildir ama kültüralizmsöyleminin misyonu başka... Amaç toplumları bir arada tutan bağları koparmak ve toplum sınıflarını saldırıya açık hale getirmek, iktidarsızlaştırmak, kültüra-lizm söyleminin asıl zaafı da kültürlerin tarihsel aşındırmanın etkisinden muaf olduğu, ebed-müddet geçerli olduğu düşüncesidir. Oysa kültürler ve hiçbir kültür değişimden, tarihsel aşınmadan muaf değildir. Totalitarizm söylemiyse daha kötüyü ön plana çıkararak, insanları korkutmak, mevcut kepazeliğe razı etmek gibi bir işlev görüyor...
Şimdilerde insanlık tarihte eşine rastlanmayan müthiş bir saldırıyla karşı karşıya. Bunun kapitalizmle insan soyunun nihai mücadelesi olduğunu söylemek bir abartma değil. Ya kapitalizm insanlığı ve uygarlığı yok edecek ya da bu sefil süreç tersine çevrilecek... Bir orta yol mümkün değil, üstelik zaman da daralmakta... Bu saldırıya da ancak teorik eleştiriyle ve örgütlü mücadeleyle karşı çıkılabilir. Elinizdeki kitapta yer alan yazılar, karşı duruşun önemini ve aciliyetini kavrayanların eseridir. Bu kör gidişi durdurmak, tersine çevirmek ve insana gerçekten yaraşır, doğayla uyumlu bir dünya ve insan toplumu yaratmak gayet mümkündür. İnsan kendi ölümünü engelleyemez ama insanlığın ölümünü pekâlâ engelleyebilir denmiştir... Yeter ki, başta yeryüzünün lânetlileri olmak üzere, bu süreçten zarar görenler, felaketli gidişin faili olmayanlar, durumun vehâmatinin ve aciliyetinin, kendi potansiyel güçlerinin bilincinde olsunlar ve o potansiyeli realize etme iradesini, cesaretini, basiretini ve yeteneğini ortaya koyabilsinler... Bu dünyada hiç bir şey insan iradesinden ve insanın bilinçli eyleminden bağımsız, kendiliğinden ortaya çıkmadığına göre...

Kardelen, 20 Mart 2008

* Bu makale özgür üniversite kitaplığından yayınlanan "küresel kapitalizmi meşrulaştıran söylemler" adlı kitabın önsözüdür
---05 Nisan 2008

Kalkınma: Bir Efsanenin Sonu (FİKRET BAŞKAYA)


“İnsan ancak üstesinden gelebileceğini
aklının kestiği durumları problem edinir”.
Kadir Cangızbay

İnsanlar [kendi ürettikleri] efsanelere inanırlar ama efsanelerin gerçek dünyada bir karşılığı olmadığı gibi, mantıkî bir tutarlılığa sahibolmaları da gerekmez. İnsanlar çok uzun bir tarihsel dönemde kendi beyinlerinin eseri olan efsaneler [mitler] tarafından ‘köleleştirildiler’. Kapitalizmden sonra efsaneler biçim değiştirdi, bu sefer de [elbette eski tür efsaneler ve yabancılaşmalar az-çok etkisizleşmekle birlikte, varlığını sürdürmeye devam etti] kendi emeklerinin ürünü olan metaların [sermaye densin] kölesi durumuna geldiler. Tarih boyunca efsanelerin biçimi değişse de işlevi hep aynı kaldı. Aydınlık felsefesi sonrasında ve kapitalizm çağında artık efsaneler devrinin kapandığı, aklın, bilimsel düşüncenin egemen olduğu ileri sürüldü. Aslında söz konusu olan aklın egemenliği değil, sermayenin egemenliğiydi ama, geçerli ideolojik yabancılaşma, zihinsel bulanıklık yaratarak gerçek durumun bilince çıkarılmasını önledi. Zira, kapitalist egemenlik çağında yeni bir fetiş üretilmişti: Bilim… Bundan sonra yapılan herşey, ‘bilimsellik’ kılıfına sokuluyor ve öyle sunuluyordu. Velhasıl bilimselliği tartışılmasını engelliyordu…
Kalkınma son yarım yüzyılın en yaygın efsanelerinden biri olsa da, ‘ilkel topluluklar’ ve kadîm uygarlıklar dönemindeki bir çok efsane gibi uzun ömürlü olamadı. Bir efsanenin önemi veya ‘dayanıklılığı’, onun insan bilincinin derinliklerine yerleşme gücüyle doğru orantılıdır. Bu yüzden kimi efsaneler diğerlerinden daha uzun ömürlü olabiliyor. Elbette ‘Kalkınma’ başka efsanelerin devamı veya sürdürücüsüydü, “ilerleme”, “modernleşme”, “sekülerleşme” ideolojisinin bir versiyonu ve devamı olarak ortaya çıkmıştı. Avrupa merkezli ideolojik yabancılaşma, dünyanın geri kalanının da [Avrupalıların köleleştirdiği, sömürgeleştirdiği, yarı-sömürgeleştirdiği, beşeri ve doğal kaynaklarını yağmaladığı, talan ettiği, sömürdüğü, kültürlerini tahrip ettiği, egemenliği altında tuttuğu ülkeler ve bölgeler] Batı [emperyalist ülkeler] gibi zengin ve müreffeh olabileceği, olması gerektiği görüşünü vaaz eder. Böyle bir şeye inanmak için kapitalizm, onun işleyiş ‘yasaları’, ortaya çıkardığı, çıkarmak zorunda olduğu kutuplaşma, oligarşik zenginlik, hiyerarşi, ekolojik yıkım, vb. hakkında kara cahil olmak gerekir… Eğer birinin zenginliği diğerinin yoksulluğu pahasına mümkün oluyorsa, eğer aradaki ilişki eşitliğe dayanmıyorsa, sömürü, egemenlik ve tabiiyet ilişkisiyse, birinin konumu diğeri tarafından belirleniyorsa ya da visa versa… biri diğeri gibi olabilir mi? Hem kölelik sitemi yerinde kalıp hem de kölenin de efendi gibi olabileceğini ileri sürmenin bir kıymet-i harbiyesi var mıdır? Hiyerarşik yapılarda hiyerarşinin alt kesiminde yer alan unsurlarla üstte yer alanların karşılıklı konumları ve hiyerarşideki işlevleri, hiyerarşik yapıyı “belirler”, yeniden üretir ve sürekliliğini sağlar. Bir sınıf ordusunda en altta yer alan askerlerden başlayarak kademe kademe bir hiyerarşi oluşmuş durumdadır. Asker çoğunluğu ile komuta kademeleri arasında bir “belirleyicilik” ilişkisi söz konusudur. Hem hiyerarşinin devamını savunmak hem de sıradan her askerin bir gün genelkurmay başkanı olabileceğini düşünmek ne kadar abes ise, hiyerarşik kapitalist sistem yerinde kaldıkça, piramidin tabanında yer alan ülkelerin de bir gün emperyalist ülkeler gibi olabileceğini ileri sürmek de aynı derecede abestir. Kapitalist patron tarafından sömürülen bir işçi, işçi-kapitalist ilişkisi (sömüren-sömürülen) veri iken, patronu gibi zengin olmayı belki hãyâl edebilir, ama, bunun gerçek dünyada bir karşılığı yoktur. Eğer çok ‘şanslıysa’, önce işçi olmaktan çıkması ve başka işçilerin emeğini sömürmesi gerekir… Söylemeye gerek yoktur ki, [eski] şanslı işçinin durumu sadece bir istisnadır ve istisnalar kuralı doğrulmak içindir…
Öyleyse nasıl oluyor da insanlar kendi ülkelerinin de bir gün dünya ekonomileri ve toplumları piramidinin tepesinde yer alan ve dünyanın geri kalanının kaderini belirleyen emperyalist ülkeler gibi olabileceğine, bunun sadece mümkün değil, aynı zamanda arzulanır bir şey olduğuna inanıyor? İnsanların gerçek dünyada bir karşılığı olmayan, üstelik hiçbir mantıkî iç tutarlılığı da olmayan şeylere inanması oldukça yaygın bir durumdur ve doğrudan ideolojik yabancılaşmayla ilgilidir. İdeoloji zihinsel bir kurgu aracılığıyla gerçekliği yok saymak, inkâr etmektir. Piramidin tabanında [Üçüncü Dünya] yer alan hemen tüm ülkelerde [özellikle de ayrıcalıklı azınlıklar ve eğitimden geçmiş diplomalılar olmak üzere] insanlar, sömürgeci-emperyalist ülkelerdeki gibi [genellikle bunlara topluca ‘uygar dünya’ denir] ‘zengin ve kalkınmış’ olacağına “inanır”. Bu aşamada ideolojik yabancılaşma devreye giriyor ve kendi konumu ve gerçekliğiyle ilgili durumun bilince çıkması engelleniyor. Dünya sisteminin hiyerarşik niteliğini tartışmaya yanaşmadan ve hiyerarşiyi aşmayı hedeflemeden, mevcut yapı, işleyiş, tabiiyet, sömürü, egemenlik ve bağımlılık ilişkilerine dokunmadan, kendi durumunun da “iyileşeceğini” sanmak tuhaf değil mi? Gerçekten kapitalist dünya sisteminin çevresinde [piramidin tabanında] yer alan ülkelerdeki insanlar, özellikle de eğitimden geçmiş olan diplomalılar ve politikacılar, kendi ülkelerinin de sadece ‘kalkınmışlık kriterleri’ bakımından değil başka bakımlardan da emperyalist dünya gibi olabileceğine inanır. Kendi ülkesinde de Batı’daki gibi temsilî demokrasi olabileceğine, dahası sosyal demokrasi olabileceğine inanır. Böyle bir şeye inanır zira, ekonomik yapıyla siyasi işleyiş arasındaki ilişkiden habersizdir. Eğer söz konusu ilişki hakkında fikir sahibi olsaydı, en azından nasıl olup da dünyadaki 180 kadar devletten sadece 20-25 kadarında Batı tipi “temsili demokrasi” olduğunu, ama, geri kalanında aynı şeyin bir türlü mümkün olmayışının nedenini kavrayabilirdi. 150 kadar ülkenin tamamında Batı’daki siyasi modelin olmayışının bir kaza ya da tesadüf eseri olmadığını anlardı… Eğer, kendi ülkesindeki temsilî demokrasi yokluğuyla emperyalist ülkelerdeki “temsilî demokrasi” arasındaki belirleyicilik ilişkisi hakkında yanılsama içinde olmasaydı, bir şeyi olmadığı yerde aramaya da kalkmazdı. Kapitalist dünya sisteminin çevresinde yer alan egemenlik altındaki ülkelerde “aydın denilen” diplomalı taifenin ve onun aracılığıyla da toplum çoğunluğunun bilinci Avrupa merkezli ideoloji tarafından dağlanmış durumdadır. Bu durum ister istemez bir İngiliz atasözünü hatırlatıyor: “ A blind man in a dark room looking for a black cat that is not here: Kör adam karanlık odada bulunmayan kara kediyi arıyor”… Batı’da temsilî demokrasi ve sosyal demokrasi mümkün olabilir, zira, dış sömürü yoluyla dünyanın zenginliğine el koyan taraftır [Bu ülkelerin kapitalistleri sadece kendi ülkelerinin emekçilerini sömürmez, dünyanın geri kalanını da sömürür ve oradan kaynak transfer eder],1 Üçüncü Dünya’da böyle bir şey mümkün olamaz, zira sömürülen, kaynakları emperyalist merkezlerce kullanılan, biçimsizleştirilen taraftır. Birinde sosyal demokrasi oyununun oynanabilmesi, ancak diğerlerinde bunun olanaksız kılınmasıyla mümkündür. Dolayısıyla birinin durumuyla diğeri arasında belirleyicilik ilişkisi vardır. Buradan emperyalist ülkelerde bir dönem [1950-1980] geçerli olan welfare State [Refah Devleti] de denilen modelin sadece burjuvazinin tek yanlı bir ‘tercihi’ saymak doğru olmaz. Eğer işçi sınıfının dayatması ve ‘komünizm korkusu’ olmasaydı, refah devleti diye bir şey olmazdı...
Sorulması gereken sourunun sorulması, tartışılması gerekenin tartışılması, asıl hikmetinden sual olmaz “modern bilim” sayesinde engelleniyor. Bilimsellik kılığına sokulan her ideolojik safsata, her türlü hürâfe, asgari akıl ve hayâ unsuru dâhi içermeyen zihinsel kurgular dokunulmazlık kazanıyor… Burjuva ideolojisinin en önemli yapıcı unsurlarından biri “iktisat bilimi” denilendir. Üniversitelerde okutulan “iktisadın” birincisi, bilimle bir ilgisi yoktur; ikincisi ve dolayısıyla gerçek dünyada olup-bitenlerle de bir ilişkisi yoktur. Bilimle, dünyanın gerçekliğiyle bir ilgisi yoktur ama ideolojiler, efsaneler, hurafeler, safsatalar, büyüler… Dünyasıyla yakından ilgilidir. Ortalama bir ‘iktisada giriş’ kitabı “ihtiyaçlar sonsuz, kaynaklar kıttır”la başlar, onu başka kesinlikler izler: işte insanlar bencildir, en az çabayla en çok tatmine ulaşmak ister, yegâne ereği maddi zenginliğini artırmaktır, vb. Kırk yıl boyunca bu saçmalığı tekrarlayan anlı şanlı iktisat profesörü bir kere bile “gerçekten öyle mi” sorusunu sormayı akıl etmez. Koskoca profesör sormaz da öğrencisi sorar mı? Sormazlar zira, ‘bilim öyle diyor!.. ’Her şeyin sonlu olduğu bir dünya’da ‘ihtiyaçlar’ neden sonsuz olsun? Oysa, insanın ihtiyaçları denilen bir elin beş parmağını geçmez: beslenme, barınma, giyinme, seyahat ve iletişim, nihayet tedavi olma… Bu yazının ileriki bölümlerinde “ihtiyaçlar sonsuzdur” mavalının sistem için neden gerekli olduğu, bunun sebeb-i hikmeti üzerinde kısaca da olsa duracağız.
Elbette çağdaş büyücülüğün etkinliğini artırmak için başka şeyler de yapılıyor. İktisat dalında Nobel ödülleri dağıtılıyor. İdeolojik safsataları önce ‘bilim’ sayıp sonra da adına ödül koymak rahatsız edici değil mi? Görünen o ki, bu saçmalık pek rahatsızlık yaratmış değil. Nobel ödülü alan zevata şöyle bir bakın. İçlerinde kapitalist üretim tarzını bilimsel bir perspektiften hareketle eleştiren birine rastlayamazsınız. Eğer sözde ‘iktisat bilimi’ denilenin asıl misyonu kapitalist yağmayı, sömürüyü, hiyerarşiyi ve egemenliği meşrulaştırmaksa, onu eleştiren bir düşünce adamına ödül verilir mi? Eğer eleştirel bir tavır içindeyse ödül almak bir yana, işe siyaset ve ideoloji karıştırdığı, saf bilimden saptığı ileri sürülerek “suçlanacaktır.” Oysa ‘eleştirel değilse bilim de değildir’ denmiştir… Bir Üçüncü Dünya Hükümeti [Şili] kendi ülkesinin Dünya ekonomileri hiyerarşisindeki konumunu sorgulayıp, ülkesinin kaynaklarını kendi halkı için kullanmaya yöneldiğinde, emperyalist odaklarca [ABD] bir darbeyle iktidardan uzaklaştırılıyor [saygı değer Allende] ve halkçı iktidarı deviren cunta şefinin [Pinochet] ilk işi Nobel Ödüllü bir İktisat Profesörünü [Milton Friedman] göreve çağırmak oluyor2. Artık o aşamadan sonra söz konusu ülkenin ekonomisi ‘bilimsel esaslara göre yönetilecek, işe siyaset ve ideoloji karıştırılmayacaktır…’ Şimdilerde ‘iktisat ulemasının işleviyle Orta Çağda üçüncü sınıf papazların işlevi arasında tam bir özdeşlik görmek mümkündür. Zira, işlevleri aynı: Mistifikasyon yaratmak, kafaları bulandırmak, şeylerin, toplumsal olguların ve süreçlerin anlaşılmasının ve aşılmasının önünü kesmek. Elbette misyonları ve işlevleri başkalarının kafasını bulandırmak olanların kendi kafalarının da bulanık olması işin doğası gereğidir.
Sömürge ve yarı sömürge statüsündeki ülkelerde [Şimdilerde gelişme yolundaki ülkeler ya da ‘Güney’ deniyor], dünya ekonomiler piramidinin tabanında yer alan ülkelerde köklü bir avrupamerkezli ideolojik yabancılaşma geçerlidir. Bu ülkelerde özellikle eğitimden geçmiş diplomalılar taifesi, bu yabancılaşmadan en çok yara alan kesimdir. Bu kesim kendi gerçekliğine yabancılaşmış durumdadır. Artık kendi gerçekliğini kendi gözüyle göremez durumdadır. Kendi konumunu ve durumunu Batılının gözüyle ‘görür’… Kendi ülkesinin de Batı gibi olacağına îmânı tamdır. Bu vesileyle bir hatırlatma yapmamak olmaz. Üçüncü Dünya’nın sömürüsünden söz edilirken, ekseri bu ülkelerdeki sınıfsal yapı gözden kaçıyor, en azında öyle bir izlenimin ortaya çıkma olasılığı yüksektir. Sömürgeciliğin ve emperyalizmin başlangıcından beri sömürge ve yarı-sömürge, [son dönemde yeni-sömürge] statüsündeki ülkelerde, emperyalizmle bütünleşmiş, çıkarları ortak iki kesim var oldu. Bunlardan birincisi komprador [veya taşeron] burjuvazi, diğeri de genel olarak “aydın” denilen eğitim görmüş kesimdir. Üçüncü Dünya’nın diplomalıları Avrupa merkezli ideolojik yabancılaşmadan en çok nasiplenen kesimdir. Bu kesim bir çeşit sömürgeci emperyalist ülkelerin ideolojik taşeronudur. Bu işlev milliyetçilik söylemiyle kabullendiriliyor. Elbette bunları sadece ideolojik yabancılaşmanın kurbanları saymak doğru değildir. Toplumun eğitimden geçmiş kesimleri, yoksul çoğunluğa göre her zaman ve her yerde ayrıcalıklı konumdadırlar, Ekseri emperyalist dünyadaki ‘benzerlerine’ yakın bir yaşam standardına sahiptirler. [En azından öylesi özlemleri vardır] Sadece Batı idolojisininin değil, onun yaşam ve tüketim kalıbının da temsilcisi durumundadırlar. Komprador burjuvaziyse, doğrudan emperyalizmim, [şimdilerde çokuluslu şirketlerin] bir uzantısıdır. Söz konusu iki kesimin sınıfsal çıkarları emperyalizme kurulmuş eşitsiz ilişkilerin devamını sağlıyor. Dolayısıyla Üçüncü Dünya ülkelerinin sınıfsal yapısını dikkate almayan tahliller beyhûdedir… O halde iki şey: Birincisi söz konusu olan proleter ulus değildir; ikincisi, ulusal çıkar veya milli yarar diye bir şey mümkün değildir...
1. Kapitalizmin kör mantığı

Özel mülkiyete, rekabete, ücretli emek sömürüsüne, ileri teknolojiye sermayenin genişletilmiş ölçekte yeniden üretilmesine dayalı kapitalist üretim tarzının sahneye çıkıp egemen olmasıyla, insanla toplum, doğayla toplum, insanla doğa arasındaki ilişki radikal bir değişikliğe uğradı. Fakat, asıl can alıcı ‘yenilik’ üretimin kullanım değeri için değil, değişim değeri için yapılıyor olmasıydı. Prekapitalist dönemde üretim, kullanım değeri için yapılırdı ve bu durum birey ve doğa bakımından hayatî olumsuz sonuçların ortaya çıkmasını engellerdi. Hiç değilse ortaya çıkan olumsuzluklar, belirli sınırlar dahilinde kalır, bir gezegen riski ortaya çıkmazdı. Kapitalist sistemde üretimin amacı insan ihtiyaçlarını karşılamak değil, değişim değeri üretmektir. Pazar için [değişim değeri] üretmenin gerekçesi de kâr etmektir. Fakat, kâr elde etme hedefi dâhî nihai hedef değildir. Üretim süreci sonunda elde edilen kâr da, yeniden yatırıma yönlendirilmek, üretim çevrimine dahil edilmek durumundadır. Sonuç itibariyle kapitalist üretim, ‘üretim için üretim’, dolayısıyla sermayenin yeniden üretimi biçimini alır. Kapitalist rekabet, sistemin dinamizmini oluştururken, her bireysel kapitalisti de sürekli olarak ‘ileriye doğru kaçmaya’ zorlar. Her bireysel kapitalist ayakta kalabilmek için rekabetçi konumunu korumak ve güçlendirmek durumundadır. Bu amaçla hem emek sömürüsünü derinleştirmek hem de her seferinde daha ileri teknolojilere sahibolmak, sermayesini büyütmek zorundadır. Başka türlü ifade etmek gerekirse, rekabetçi konumunu koruyabilmek, ayakta kalabilmek için sürekli büyümek zorundadır. Aslında bu durumu ‘üretim çılgınlığı’ olarak tanımlamak mümkündür. Sürekli üretmek zorunda ama ürettiğini de satmak zorunda. Satış olmadan çevrim süreci tamamlanmış olmaz. Marksist bir kavramı kullanmak gerekirse, realizasyon [satış] gerçekleşmeden yola devam etmek mümkün değildir. Öyleyse, “sınırsız üretime sınırsız satış” eşlik etmelidir… Bu yüzden “ihtiyaçlar sonsuzdur” mavalı üretilmiştir. Böylesi akıl dışı bir safsatanın kabullenirliğini sağlamanın yolu da bunun bilim tarafından dillendirilmesini gerektirirdi ve öyle yapıldı… İktisat biliminin timsali kitapların başına: “ihtiyaçlar sonsuzdur” sloganı büyükharflerle yazıldı… Son tahlilde üretimin amacı sermayenin genişletilmiş yeniden üretimi olunca, araçlarla amaçlar yer değiştirip, ters yüz oluyor. Üretim, insan ihtiyaçlarını karşılama hedefinden uzaklaşıp “özerkleşince’ bir bakıma öküz arabanın arkasına koşulmuş oluyor ki, böylesi bir kontekste işlerin sarpa sarması kaçınılmazdır.
Üretim araçlarının özel mülkiyetine ve sermayenin genişletilmiş yeniden üretimine dayalı kapitalist sistem, bir ücretli emek sömürüsü sistemidir. Kapitalistin başkalarının emeğini sömürebilmesi, insanların üretmek ve yaşamak için gerekli araçlardan yoksun oldukları [proleterleştikleri] durumda mümkündür. Eğer, bazı insanlar üretmek için de, yaşamak için de gerekli araçlardan yoksunsa, kavramın gerçek anlamında proleterleşmişse, yaşamlarını sürdürmenin bir tek yolu var demektir: hem üretim hem de tüketim araçlarının özel mülkiyetine sahibolanlara emeğini satmak. Ancak emeğini satarak aç kalmaktan, ölmekten kurtulabilir. Velhasıl yaşamı kapitalistin onun emeğini kullanmasına bağlı hale gelmiş demektir. Toplum çoğunluğunun yaşamını sürdürebilmek için emeğini satmak zorunda olması demek, insan emeğinin de piyasada herhangi bir mal gibi alınıp satılması, metalaşması demektir. Kapitalist sistemde işçinin emeği bir meta kategorisine dönüşüyor ve her hangi başka bir meta gibi işlem görüyor. İnsan emeğinin metalaşmasının bireysel, toplumsal, kültürel, ekonomik, etik, vb. çok yönlü olumsuzlukları ve sonuçları üzerinde durmak bu yazının boyutunu bir kaç kat artırmadan mümkün olmaz. Burada çok önemli gördüğümüz bir kaç veçheye kısaca değinmekle yetinmek durumundayız.
Üretim amacının kullanım değeri değil, değişim değeri, dolayısıyla kâr ve sermayenin genişletilmiş ölçekte yeniden üretimi olması, velhasıl üretim sisteminin toplum karşısında “özerkleşmesi”, toplumla ekonomi arasındaki ilişkinin de ters-yüz olması demektir. Üretimin normal olarak insanların ihtiyacını karşılamak için, toplum yararı için yapılması gerekirken, kapitalizmle birlikte bu ilişki tersine dönüyor ve toplum ekonominin hizmetine giriyor. Anlı-şanlı filozoflar, iktisat uleması, ‘burjuva düşünürler’ bu tersliği yok sayıp görmezden geliyorlar. Elbette yok sayma ve görmezlikten gelme karşılıksız kalmıyor. Bu sayede kapitalistin ‘zengin’ sofrasına dahil olup, burjuvazinin ‘mümtaz’ üyeleri konumuna terfi ediyorlar.
Proleterin emeğini metalaştıran kapitalist üretim, doğayı da metalaştırıyor. Bu, üretimin iki temel unsurunun da metalaşması demektir. Fakat, burjuva “iktisat teorisi” doğayı sonsuz olarak istismar edilebilir, kullanılabilir sayıyor. Dolayısıyla insana verilen zararla doğaya verilen zarar atbaşı gidiyor ve biri diğerini besliyor. Marx bu tersliğe dikkat çekmişti ve kapitalist birikimin söz konusu iki kaynağı, insanı [onun emeğini] ve doğayı meta mertebesine indirgeyerek yıkıcı bir işlev gördüğünü söylemişti. Üretimin kullanım değeri kaygısı olmaksızın yapılması, çok yönlü tahribata neden olmadan sürdürülemezdi. Sermayenin genişletilmiş ölçekte yeniden üretimi olan kapitalist büyüme üçlü bir olumsuzluk üretiyor: Birincisi her seferinde daha çok insanı üretim ve yaşam için gerekli araçlardan mahrum edip proleterleştirerek pazara sürüyor; diğer yandan da [rekabetin dayattığı büyüme zorunluluğu] her seferinde işçiyi makineyle ikâme ederek, ölü emeği canlı emeğin yerine koyarak, işsiz sayısını artırıyor ve işsizlik sistemin mantığında içkin yapısal bir soruna dönüşüyor; Üçüncü olarak da, üretimin her ileri aşaması doğa tahribatının ve ekolojik riskin büyümesi pahasına gerçekleşiyor.
Durum böyleyken ve kapitalist üretim bir yıkım makinesine dönüşürken, sadece insanı insanlıktan çıkarmak değil, doğa tahribatını da geri dönüşü olmayan bir sınıra hızla yaklaştırırken, kapitalist üretimin etkinliğinden, rasyonelliğinden, kaynakları en verimli kullanan yegane sistem oluşundan, vb. bu kadar pervasızca söz edilmesi nasıl açıklanacak? Bilindiği gibi ‘sözde iktisat teorisi’ kapitalizmin hiçbir köklü kusuru olduğunu kabul etmez. “Kendi kendini düzenleyen piyasanın” [zaten öyle bir şey yok] her sorunu çözeceğine dair tam bir ‘inanç’ söz konusudur. Eğer, sorunlar ortaya çıkıyorsa, bu sistemin özünü angaje eden şeyler değil, kimi önemsiz yol kazaları, geçici ve sınırlı olumsuzluklar veya yanlış müdahalelerin, uygun olmayan devlet politikalarının sonucudur... Ve sistem orta ve uzun vadede bu tür olumsuzlukları bertaraf etmeyi başarır… Oysa, kapitalist sistemin tam bir israf ve yıkım makinası olduğunu görmek için yüksek zekâ ürünü olmayan bir kaç soru sormak ve bu basit soruları cevaplamak yeterdi… Üretilenin toplumsal yarar bakımından ‘niteliğini’ tartışmaya girmeden [zira üretilmemesi gereken birçok şey üretiliyor], şunları söylemek mümkündür: Rekabet her seferinde teknolojik seviyeyi yükseltmeyi, kurulu üretim kapasitesini yenilemeyi gerektirir. Bu da makinaların, üretim alet ve edevatın sürekli yenilenmesi demektir. Altı ay önce o günkü teknolojik düzeye göre kurulmuş bir fabrika, yeni bir teknik buluş sonucu hurdaya gidebilir. Dolayısıyla, ekonomik ömrünü doldurmadan, “teknik ölüm” sonucu kullanım dışı kalabilir... Bir başka olumsuzluk da ‘teknolojik kaymayla’ ortaya çıkar: pamuk ve yün ipliğine dayalı tekstil üretim teknolojisinin yerini sentetik ipliğe dayalı teknoloji aldığında, bütün bir sektör bu durumdan etkilenecektir. Dolayısıyla kapitalist rekabet, toplum ve doğa için olumsuzluk yaratmadan verimliliği artıramaz. Kaldı ki, verimlilikten söz edilir de “kimin için verimli” sorusu hiç bir zaman sorulmaz. Elbette sadece kurulu kapasitenin hurdaya çıkmasından ötürü bir maddi israf ortaya çıkmaz, yeni teknoloji [makina ve teçhizat] daha az işçi gerektirdiği için, işsizliği de artırır. Dolayısıyla, maddi israfa manevi kötülük eşlik eder. İsraf elbette sadece üretim aşamasında da ortaya çıkmaz, moda aracılığıyla israf teşvik edilir. İster giyim ister dayanıklı tüketim malları, vb. olsun, yenileri satılsın diye, modayla mallar kullanım dışına çıkarılır. Çürük mal üretmek de satışı [dolayısıyla israfı] büyütmenin bir yoludur. Veya bir malın yedek parça üretimi durdurularak, insanlar yenisini satın almaya zorlanır. Satılan mallarda kullanılan gereksiz, çoğu zaman abartılı ambalaj israfın başka bir versiyonudur. Elbette reklam için harcanan devasa kaynağı hatırlamamak olmaz. Fakat bu tür israflar normal dönemlerin ‘olağan’ israflarıdır. Bir de kriz dönemlerinin daha kapsamlı tahribatları söz konusudur ki, sadece emek ürünü şeyler tahribedilmekle kalmaz, bir dizi insânî-toplumsal-ekolojik sorun da ortaya çıkar [işsizlik, yoksulluk, sefâlet, mânevî bozulma, çevre kirlenmesi, vb]. Bilindiği gibi krizler kapitalizm için zorunludur. Zira ancak krizin neden olduğu tahribat ve israf sayesinde kapitalist işletmeler kâr oranlarını restore edebilirler. Eğer, yukarda sözünü ettiğimiz yöntemlerle yeterli yıkım sağlanamazsa, savaş imdada yetişir. Savaş kurulu üretim kapasitesini tahribetmenin, değersizleştirmenin en etkin ve en kapsamlı yoludur. Sermayenin kâr oranlarını yükselmesine imkân veren buluşların çoğu savaşlarda ortaya çıkar. Atom bombası, askeri okyanus ötesine taşımak için geliştirilen Boeing uçağı, konfeksiyon [hazır giyim] askere üniforma sağlamanın devamı olarak ortaya çıkmıştır, konserve yiyecekler yine başlangıçta savaş amacıyla geliştirilmiştir, bilgisayar, internet, vb. hep savaş dönemlerinde askerî amaçlarla üretilmiştir…
İşte bütün bunlar yukarda değindiğimiz temel tersliğin sonucu olarak ortaya çıkıyor. Üretimin asıl amacının üretim [kâr, dolayısıyla sermaye üretimi] olması, ekonomi toplumun hizmetinde olması gerekirken toplumun ekonominin hizmetine sokulması… Sistemin rekabete dayanması ona büyük bir dinamizm kazandırırken, aynı zamanda yıkıcılığa, tahribata ve israfa da aşırı ivme kazandırıyor. “ Savaş, politikanın başka araçlarla sürdürülmesidir” denmiştir… Bunu “Savaş rekabetin başka araçlarla sürdürülmesidir” şeklinde ifade etmek de mümkündür. Kapitalizmin tahribetmeden yoluna devam edemez oluşu, insanın [emeğin] ve doğanın meta mertebesine indirgenmesi, sistemin insana ve doğaya saygısızlığı, etik kaygıların defterden silinmiş olması, vb. Kapitalizmin ilk ortaya çıktığı dönemde Batı Avrupa’daki manzaraya bakmadan, şimdilerde de kapitalist dünya sisteminin çevresinde yer alan ülkelerdeki yoksulluğu, sefaleti ve yıkımı yok saymadan kapitalist sistemin etkinliğinden söz etmek mümkün değildir.
1. Vahşileri Uygarlaştırmaktan Yoksulları Kalkındırmaya

Fetihler, buluşlar Avrupası, fethedilenler ve “bulunanlar” tarafından bakıldığında yıkımın, soykırımın, köleleştirmenin, sömürü, yağma ve talanın Avrupa’sıydı. Kristof Kolomb’un macerasını izleyen dönemde dünya toplumları ve uygarlıkları arasındaki ilişkiler köklü değişikliğe uğradı. O tarihten sonra Batı Avrupa bir bakıma insanlığın “öznesi” konumuna terfi etti. Başka türlü ifade etmek istersek, dünyayı kendi çıkarları doğrultusunda biçimlendirir, biçimsizleştirir, tanımlar, adlandırır duruma geldi. Artık kimin ne olduğuna, nasıl olması gerektiğine sömürgeci Avrupalılar karar veriyordu… Olup bitenler Avrupalılar tarafından hikaye edilince, şeylerin ve süreçlerin anlaşılması da problemli hale gelmişti. Zira, Batı egemenliği sadece maddeler dünyasını angaje eden bir şey değildi. Batılılar Sadece dünyanın maddi zenginliğine el koymakla kalmadılar, maddeler dünyasındaki sömürgeleştirmeye, yağma ve yıkıma, ideolojiler dünyasındaki biçimlendirme eşlik etti. Giderek, Avrupalıların egemenlik altına aldıkları, dünyanın geri kalanındaki insanlar kendi toplumlarına, kendi gerçekliklerine Avrupalının gözüyle bakar duruma geldiler. Velhasıl, kendilerine, kendi özlerine yabancılaştılar. Yaklaşık beşyüz yıl önce başlayan sürecin bugün de hâlâ yoluna devam ediyor oluşu, söz konusu ideolojik yabancılaşmanın, zihinlerin sömürgeleştirilmesinin sonucudur.
“Uygarlık timsali” Batı Avrupalılar, gerçek misyonlarını gizlemeye her dönemde büyük özen gösterdiler. Gerçek niyetler her zaman afişe edilenden farklıydı. İlk “fetihler” sonucu Amerika kıtasına ulaştıklarında jenosit, yıkım, yağma ve talan için geldik, geliyoruz demediler, Hirisitiyanlaştırmak gibi yüce bir misyonun taşıyıcısı olduklarını söylediler. Bölgenin parlak uygarlıklarını yağmaladılar, birikmiş hazinelerini Avrupa’ya taşıdılar, bölge halklarına karşı akıl almaz bir soykırıma giriştiler. Yağmalanacak birikmiş zenginlik tükendiğinde, artık bölgenin zenginlik üreten yerli halkı da nerdeyse tükenmişti. Sömürünün devamı için Kara Afrika’nın köleleştirilmesi gerekti. Kapitalist sömürü için gerekli emek köleleştirilmiş Kara Afrika’dan sağlanacaktı. Sanayi devriminden sonra sıra zengin Asya kıtasına da gelecek ve Avrupa’nın hizmetine sunulmayan pek bir yer kalmayacaktı. Nitekim 1914 yılına gelindiğinde yeryüzünün %84.4’ü Batı Avrupa’nın sömürgeci emperyalist ülkelerinin doğrudan veya dolaylı egemenliği altındaydı.
Bilindiği gibi, bir üretim tarzı olarak kapitalizmin kendinden önceki üretim tarzlarından farklı bir özelliği var: Başka uygarlık biçimleriyle [farklı üretim tarzlarıyla densin] yan yana yaşaması, ‘barış içinde bir arada varolması’ mümkün değildir. Kapitalizm başka üretim tarzlarını mutlaka kendi ihtiyaçları doğrultusunda biçimlendiren, biçimsizleştiren, dönüştüren bir dinamiğe sahiptir. Süreç ilerledikçe sistemin egemen dinamik merkeziyle, merkez tarafından biçimlendirilen, biçimsizleştirilen çevresi [periferi] arasında bir hakimiyet ve bağımlılık ilişkisi oluşuyor. Bunun anlamı, sistemin çevresi ve merkeziyle ‘organik bir bütünlük’ oluşturmasıdır. Eşitsiz ticarî, ekonomik ilişkiler oluşuyor ve bu tür ilişkiler bütünü, kendini yeniden üretiyor. Her ileri tarihsel aşama bağımlılık ve hakimiyet ilişkilerinin derinleşmesi anlamına geliyor. Her sosyal formasyonun ekonomik-sosyal “gelişmişlik düzeyi” dünya ekonomileri ve toplumları hiyerarşisinde veya piramitteki konumlanışları tarafından belirleniyor.
Vahşileri Tanrı’nın buyruğuyla tanıştırma, Hıristiyanlaştırma, “ruhlara cennetin kapısını aralama” retoriğinin yerini sanayi devriminden sonra ünlü uygarlaştırma misyonu [mission civilisatrice] aldı. Bundan böyle uygarlık yoksunu halklar Batılı gibi uygar olacaktı. Uygarlaştırma misyonunun ne anlama geldiğini burada detaylandırmak uygun düşmez. Geçerken şu kadarını söyleyebiliriz ki, sanayi devrimi sonrasında kapitalizmin etkisi altına girmeyen, dolayısıyla emperyalist sömürüden, yağma ve talandan nasibini almayan bir toprak parçası hemen hemen kalmamıştı. Bugünün dünya ölçeğindeki zengin-yoksul kutuplaşması o dönemde nihaî olarak yerleşmişti.
İkinci Dünya [emperyalistler arası] Savaşı sonrasında, Hıristiyanlaştırma ve uygarlaştırma [bunu emperyalist Batı’nın ihtiyacı doğrultusunda biçimlendirme, biçimsizleştirme, şartlandırma olarak okuyabilirsiniz…] yeni bir söylemle sürdürülecekti. Yeni dönemin yeni retoriği artık kalkınmaydı.3 İkinci emperyalist savaş sonrasında sömürgeciliğin ‘doğrudan biçimi’ tasfiye edildi. Sömürge statüsündeki bölgelerde yaşayan halklar, devletler hukuku karşısında ‘bağımsızlaştılar’, ekseri sınırlarını sömürgeci güçlerin çizdiği topraklar üzerinde ulus-devletler ortaya çıktı. Bu ulus-devletler Batı’daki ulus-devlet modeline göre oluşturulmuşlardı ama içinde bulundukları eşitsiz ekonomik-sosyal-kültürel-ideolojik ilişkiler veri iken, sadece Batıdaki ulus devletin bir karikatürü olabilirlerdi ve öyle de oldular. Batı’daki ulus-devletin [emperyalist devletin] üzerinde oturduğu ekonomik temel mevcut olmayınca, söz konusu ulus-devletler uygun maddi temelden yoksun olunca, ancak içi boş birer kabuk olabilirlerdi. Zaten, sömürgeciliğin doğrudan biçiminin [versiyonunun] tasfiye edilip, yeni sömürgecilikle ikâme edilmesi, sermayenin rasyonalizasyon planının bir sonucuydu. Sömürgeciliğin klasik [doğrudan] biçimi artık sermaye için bir yük teşkil ediyordu. Sermaye her yere ulaşamaz durumdaydı. Oysa sermaye, hareketini sınırlayan her türlü kısıt, engel ve sınırı aşmaya eğilimlidir. Bir önemli olay da dünyanın tartışmasız hegemonik gücü durumuna gelen ABD’nin sömürgeciliğin klasik biçimine razı olmayışıdır. Koskoca kıtaların birkaç sömürgeci gücün hâkimiyeti altında kalması büyük Amerikan şirketleri [sermayesi] için kabul edilebilir değildi.
Kalkınmacı retorik emperyalizmin yeni evresindeki egemenlik ve sömürü ilişkilerini [yeni sömürgecilik] meşrulaştırmanın bir aracı olarak ortaya atıldı. Hem yeni sömürgeciliği hem de Üçüncü Dünya Ülkelerindeki ‘yerli yönetici elitin’ konumunu meşrulaştırma işlevine koşulmuştu. Sömürgeci güçlerden nöbeti devralan ‘yerli yönetici elit’ esas itibariyle Batı’nın rahle-i tedrisinden geçmiş unsurlardı. Avrupa merkezli ideolojik yabancılaşmayla mâluldüler. Bu yabancılaşma, söz konusu elitin emperyalist dünya sistemindeki konumları değişmeden, sömürü ve bağımlılık ilişkileri radikal bir dönüşüme uğratılmadan, velhasıl üretim ilişkileri köklü bir dönüşüme uğrayıp, paradigma değişmeden Batı gibi zengin ve ‘kalkınmış’ olabilecekleri yanılsamasına kapılmalarını kolaylaştırıyordu. Elbette her iki taraf için daha somut gerekçeler ve çıkarlar söz konusuydu. Bir kere dönemin hegemonik gücü olan ABD’nin kalkınmacı retoriğe sarılması, onun hegemonyasını tehdit eden komünizmi ‘kuşatmanın’ [containment] bir aracıydı. Yoksulların “kalkınması”, ABD’nin komünizmi kuşatma temel stratejisinin bir aracı olarak gündeme gelmişti. Gerekçe az çok şöyle formüle edilmişti: Zaten derin bir yoksulluk ve sefalet içinde yaşayan ülkelerde ve bölgelerde yoksulluk ve sefaletin daha fazla derinleşmesi, komünizmin yayılmasına uygun bir ortam yaratabilirdi. Öyleyse yoksulluğun ve sefaletin belirli bir sınırın altına inmesi engellenmeliydi. Bu temel stratejinin bir parçası olarak, dönemin ABD başkanı Truman, 20 Ocak 1949’daki ünlü konuşmasında:
“Dördüncü olarak, cesaretle yeni bir program ortaya koymalıyız ki, ileri bilimsel ve endüstriyel gelişmemizin sunduğu avantajlar, azgelişmiş bölgelerin durumunu iyileştirmenin ve büyümenin hizmetine sunulabilsin. Dünya nüfusunun yarıdan fazlası sefalete benzer koşullarda yaşıyor, yetersiz besleniyor, hastalıklardan muzdarip. Ekonomik yaşamları ilkel ve durağan. Onların yoksulluğu sadece kendileri için değil, en zengin bölgeler için de bir handikap ve tehdit oluşturuyor. Tarihte ilk defa insanlık bu kitlelerin acısını dindirecek teknik ve pratik imkânlara sahiptir.
ABD bilimsel ve teknik gelişme bakımından uluslar arasında önemli bir yere sahiptir. Her ne kadar başka ulusların ekonomik kalkınmasına yapabileceğimiz maddi katkı sınırlı olsa da, fizikî bir yük oluşturmayan teknik bilgi birikimimiz durmadan artıyor ve sınırsızdır.
İnanıyorum ki, teknik bilgi birikimimizi barışçı halkların hizmetine sunmak, arzuladıkları daha iyi bir yaşam için onlara yardım etmek durumundayız. Başka ulusların da katkısıyla kalkınmanın yetersiz olduğu bölgelerde yatırımları özendirebiliriz.”4
Aslında hegemonik güç olan ABD’nin bu tür bir retoriğin gerisine gizlenerek gerçekleştirmek istediği iki amaç vardı: Komünizmin yayılmasının önünü kesmek; Amerikan yatırımlarının önünü açmak. Yeni retorik ‘uygarlaştırma misyonunun’ yerini almıştı veya şöyle formüle edilmişti: Dünya’da kalkınmış az kalkınmış, orta düzeyde kalkınmış ülkeler var, kimileri yarışı önde götürüyor, kimileri onları arkadan izliyor ve hepsi de aynı yolda ilerliyor. Önde gidenler finansal ve teknik yardımlar yoluyla geriden gelenlerin kendilerini yakalamasını sağlayabilirler… Dikkat edilirse, sömürü, bağımlılık, şartlandırma, biçimsizleştirme temel ilişkisi yok sayılıyor. Birinin zenginliğiyle diğerinin yoksulluğu arasındaki ilişki dikkate alınmıyor. Aslında “yardımların” işlevi yoksulların kalkınmasının değil, geçerli ilişkilerin devamı için, zincirin kopmasını engellemenin bir aracıydı... Bu bakımdan kavramın gerçek anlamında “yardım” diye bir şey hiçbir zaman olmadı. Yardım emperyalist ülkeler bakımından bir gereklilikti. Velhasıl yardım, tulumba çalışmadığı zaman konan su idi ve tulumba suyu zenginlere doğru akıtmak içindi... Birinci kalkınma on yılında gelişmiş ülkelerin GSMH’larının %1’nin yoksullara vermesiyle aracın harekete geçeceği [take-off] söylendi. Hiç bir zaman bu hedefe ulaşılmadı, şimdilerde söz konusu oran binde 25 [%0, 25%] civarındadır.
Teknik ve finansal yardıma dayalı ‘kalkınmacı söylem’ yeni sömürgeciliği tartışılır olmaktan çıkardığı gibi, Üçüncü Dünya’nın ‘yerli yönetici elitinin” konumunu da meşrulaştırdı. Sömürgeci güçlerin ‘uygarlaştırdığı’ halklar bu sefer yine onların katkısıyla ama “kendi yöneticileri” de “devreye sokularak” kalkındırılacaktı. Geri ülkelerin ‘yeni yönetici eliti’ geriliğini ileri sürerek yardım talebinde bulunuyor ve yardımlar arttıkça zenginleşiyordu. Küçük bir azınlık emperyalist dünya ile kurulan ticaret ve yatırım ilişkileriyle, yardımları hortumlayarak, devleti borçlandırarak zenginleşirken, toplum çoğunluğu yoksullaştı, zengin-yoksul kutuplaşması görülmemiş derecede büyüdü, geniş toplum kesimleri kimlik erozyonuna uğrayıp marjinalleşti, çevre tahribatı derinleşti... II. Dünya Savaşının arkasından gelen kapitalizmin uzun genişleme dönemi ([savaşın ortaya çıkardığı yıkım çok derin olduğu için, doğal olarak genişleme dönemi de uzun sürmüştü] azgelişmiş ülkelerden yapılan hammadde, tarımsal ürün ve enerji ithalatını artırmıştı. Kalkınma ekonomik büyümeyle özdeş sayıldığı, büyüme de GSMH ile ölçüldüğü için, olup bitenler asıl durumun anlaşılmasını engellemişti. Aslında söz konusu olan kalkınma değil, sömürünün, kan kaybının derinleşmesiydi.
Bir fikir edinmek için Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı ([PNUD] tarafından verilen rakamları ve oranları hatırlamak yeter: Dünyanın zenginliği 1950’den bu yana 6 kat artarken, dünyanın 174 ülkesinden 100’ünde kişi başına düşen gelir geriledi ve yaşam uzunluğu küçüldü. Bir kutupta bunlar olurken, karşı kutupta hârika şeyler oluyordu elbette: Dünyanın en zengin üç kişisinin serveti en yoksul 48 ülkenin milli gelirinden daha büyüktü, en zengin 15 kişinin serveti de Kara Afrika’nın Milli gelirinden fazlaydı. En zengin 84 kişinin serveti de 1.2 milyar nüfuslu Çin Halk Cumhuriyetinin milli gelirinden fazladır! Daha ilk kalkınma on yılı [1960 – 1969] sonunda retorikle realite arasındaki uyumsuzluk âyan beyân ortadaydı. Vadedilenin gerçekleşenden farklı olduğu ortaya çıkmıştı. O tarihten sonra kalkınma kavramı artık önüne bir sıfat eklenmeden kullanılmadı: bir başka kalkınma, sosyal kalkınma, insânî kalkınma, İçe-dönük ([auto-centré] kalkınma, endojen kalkınma, ‘gerçek’ kalkınma, katılımcı kalkınma, bütünleşmiş [intégrés] kalkınma, vb. Son dönemde en uygun sıfatın “sürdürülebilir” olduğu anlaşılıyor ve sürdürülebilir kalkınma için zirveler birbirini izliyor…


1. Kalkınma sürdürülemez, zira, öyle bir şey yok!

Kapitalist gelişme veya aynı anlama gelmek üzere ekonomik büyüme, sermayenin genişletilmiş olarak yeniden üretilmesinden başka bir şey değildir. Sermayenin genişletilmiş yeniden üretimi olan büyüme de GSMH [Gayri Safi Milli Hasıla] veya milli gelirle ölçülüyor ve söz konusu büyüme kalkınmayla özdeş sayılıyor. Amacın kullanım değeri değil, sermaye üretimi, sermayenin genişletilmiş yeniden üretimi olduğu kapitalist sistemde, büyümeyi kalkınmayla özdeş saymanın bir kıymet-i harbiyesi yoktur. Bir kere neyin, neden ve nasıl üretildiği sorusu boşlukta kalıyor. Bir ülkede kurulu üretim kapasitesinin üçte biri tahribedilse, bu tahribat ekonomik büyüme olarak sunulacak ve GSMH’nın büyüdüğü ileri sürülecektir. Zira yıkım için bir dizi “üretici güç” harekete geçirilmiştir. Trafik kazaları on kat artsa, GSMH ‘de [milli gelir] aynı oranda artmış sayılacaktır. Bir salgın hastalığı önlemek için yapılan harcamalar da öyle... Yıkılan üretim kapasitesini yeniden kurmak için yapılanla onu yıkmak için yapılan aynı biçimde değerlendiriliyor. Bir ülkede tank, savaş uçağı, kara mayını üretimi beş kat arttığında, bu artış GSMH’yı aynı oranda büyütecektir ama o toplumun refahını artırdığını söylemek, bunun bir kalkınma göstergesi olduğunu ileri sürmek saçmadır.
Dolayısıyla, kapitalist üretim ve onun kör mantığı geçerli oldukça, çok yüksek büyüme oranlarına ulaşmak mümkündür ama bu büyüme otomatik olarak kalkınma [toplumsal refahın iyileşmesi anlamında] üretmesi mümkün değildir. Üstelik söz konusu büyüme de oligarşik zenginlik üretebilir, nitekim öyle oluyor. Bunu, küçük bir azınlığın çoğunluk aleyhine zenginleşmesi olarak da ifade edebilirsiniz. Bir sınıf [sermaye sahipleri ve çevresinin oluşturduğu burjuvazi] sürekli zenginleşirken bu kesimin dışında kalan ve çıkarı onunla uzlaşmaz çelişki içinde bulunan emekçi çoğunluk yoksullaşmak durumundadır.
Büyümenin her ileri aşaması göreli ve/veya mutlak yoksulluğun derinleşmesi sonucunu doğurduğu halde, bu durum ‘iktisat bilimi’ tarafından yok sayılır veya görmezlikten gelinir. Burjuva iktisatçıları uzun vadede tricle down [damlama] etkisiyle refahın diğer kesimlere de yansıyacağını ileri sürüyorlar. Söylenen şudur: Başlangıçta büyüme gelir dağılımını bozup yoksulluk yaratsa da uzun vadede büyümeden toplumun geri kalanı da yararlanacaktır. Trickle-down (Damlama) etkisiyle uzun vadede refah yaygınlaşacaktır. Aslında tricle down etkisini bizim dilimize ‘komşuda pişer bize de düşer’ özdeyişiyle karşılamak mümkündür, ama, prekapitalist döneme ait bu özdeyiş, akıl almaz bir meta toplumu olan kapitalizm çağında artık geçerli değildir. Prekapitalist dönemde üretim ihtiyacın bir fonksiyonu olarak ortaya çıkardı. Toplum önce neye ihtiyacı olduğunu saptar ve ihtiyaç kadar üretim yapılırdı. Üretimin amacı doğrudan ihtiyaçları karşılamak olduğu sürece, insanların aç kalması ya da zenginlik-yoksulluk uçurumunun ortaya çıkması söz konusu olmazdı. Oysa, üretimin amacının ihtiyaçlardan ‘bağımsızlaştığı’ kapitalist toplumda zenginlik adı altında yoksulluk üretilmesi kaçınılmazdır. Dolayısıyla büyüme, çözmek durumunda olduğu sorunları sürekli olarak büyütmek durumundadır.
Öyleyse yanılsama yaratan nedir? Eğer bir toplumsal sınıf bir başka toplumsal sınıf aleyhine zenginleşebiliyorsa, bir ulusun bir başka ulus aleyhine zenginleşmesi de ayın şekilde mümkündür ve gerçek durum da öyledir. Dünyanın geri kalanını sömüren emperyalist ülkelerde emekçi sınıfların mücadelesi ve dayatmasıyla gelir dağılımı iyileştirilebilir ama kapitalist sınıf kaybettiğini dışarıda, emperyalist sömürüye maruz Üçüncü Dünya’nın sömürüsünü derinleştirerek ödünleme yoluna gidecektir. Demek ki, bir yerdeki refah devleti, ancak başka yerlerdeki yoksulluğun ve sefaletin derinleşmesi, emperyalist merkezlerle dünyanın geri kalanı (dünya kapitalizminin çevresini oluşturan bölgeler) arasındaki zenginlik-yoksulluk uçurumunun büyümesi durumunda mümkündür. Üçüncü Dünya ülkelerinin eğitimden geçmiş diplomalı kesimi bu yalın gerçeği görmekten aciz olduğu için, kendi ülkelerinde de emperyalist ülkelerdeki gibi “demokratik cumhuriyet’, sosyal demokrasi, ‘hukuk devleti’, insan hakları, vb. olabileceğine bağnazca inanır… Elbette ‘bu inanma’ karşılıksız kalmıyor. Kapitalist üretimin içme suyunu kirletmesi sonucu Üçüncü Dünya’da her gün 30 bin insan ölüyor. New York’taki ikiz kulelere yönelik saldırıda ölenin yaklaşık altı katından fazla... Bu durumun da ‘uygar insanlığı’ kaygılandırması gerekmez miydi. Bu ve benzer durumlar sorun sayılıp gündeme gelseydi, sistemin özüne ilişkin tartışmalar ete kemiğe bürünseydi, uygar dünyanın efendileri, akıl hocaları, ‘hümanist aydınlar’ hâlâ insan haklarından söz edecekler miydi? Bir şeyin söylenmesine izin verilir, göz yumulur, tolere edilir, eğer başka şeylerin, asıl söylenmesi gereken şeylerin söylenmesini engelliyor, onu gündemden çıkarıyor, üstünü örtüyorsa…
Birinin zenginliğinin diğerinin yoksulluğu, güçlünün güçsüzden beslendiği, bir sosyal sınıfın bir başka sosyal sınıf aleyhine zenginleştiği, bir ulusun zenginleşmesinin ancak başka ulusların yoksullaşması pahasına mümkün olabildiği [ama yoksullaşan ulusda da aşırı zengin ve aşırı yoksul sınıflar yaratarak] piramide benzeyen hiyerarşik bir dünya sisteminde, kalkınma diye bir şey mümkün değildir. Elbette barış da mümkün değildir. Zira, kapitalist üretim daha önce ürettiğinin bir bölümünü ‘gerektiğinde’ tahribetmeden yoluna devam edemez. Başka yöntemler ‘gerekli tahribatı’ gerçekleştirmekte yetersiz kalırsa, savaş devreye girmek zorundadır. [ABD’nin Irak’a saldırmasının, savaş çıkarmasının bir dizi gerekçesi vardı..., ama, en önemli gerekçelerden birinin veya asıl gerekçenin üretilenlerin bir bölümünü tahribetmek olduğu gözden kaçırılmamalıdır... ] Öyleyse temel sorunları atlayarak savaş karşıtı olmak da mümkün değildir. Kaldı ki, 1940’lı yılların sonunda dillendirilmeye başlanan kalkınma, sömürgeciliğin yeni bir söylemle sürdürülmesinden başka bir şey değildi. Söz konusu söylem, hem emperyalist sömürüyü ve eşitsiz ilişkileri hem de Üçüncü Dünya’daki ‘yeni yönetici’ sınıfın konumunu meşrulaştırma işlevine koşulmuştu.
Kapitalist üretim, kalkınma değil büyüme ya da oligarşik zenginlik üretebilir ve bunu da ancak yoksulluğu artırarak, zengin-yoksul kutuplaşmasını derinleştirerek yapabilir ama hepsi bu kadar değil. Söz konusu ekonomik büyüme bir de doğa tahribatı pahasına gerçekleşiyor.
Daha 1960’ların sonuna gelindiğinde kalkınmayla ilgili söylemle gerçekleşenler arasında uyumsuzluk ortaya çıkmış bulunuyordu. Beklentinin aksine, yoksulluk, işsizlik ve açlıkla birlikte doğa tahribatı da ilk defa gündeme geliyordu. Roma Kulübü’nün ünlü ‘ büyümenin sınırları raporu’, büyümenin neden olduğu ekolojik sorunlara dikkat çekiyor ve sıfır büyüme önerisini ortaya atıyordu. Oysa, kapitalizmde büyümenin durması mümkün değildir. Gelen tepkiler üzerine geri adım atıldı ve ilk rapor revize edildi. Ortalığı telaşa boğmanın âlemi yoktu… Gereksiz kuşkular yaratmak herkesin zararınaydı…İyimserlik yaymak varken kötümserlik yaymak olur muydu… Sermayenin baronları… kapitalizm koşullarında büyümenin durmasının [sıfır büyüme] mümkün olmadığını, gayet iyi bilirlerdi… Zira sitem, ancak sermaye büyümeye devam ettiğinde varolabilir. Başlarda çevre duyarlılığının odağında kimi doğal kaynakların tükenmesi ve bunun olası olumsuzlukları vardı. Giderek çevre duyarlılığı büyüdü. 1972 de Stockholm’de Birleşmiş Milletler Örgütü [BMÖ] tarafından bir uluslararası konferans düzenlendi. Doğal çevreye ilgi artarken tahribat da artarak devam ediyordu. Stockholm Konferansından yirmi yıl sonra, 1992 de Brezilya’nın Rio kentinde BMÖ’nün Çevre ve Kalkınma Yeryüzü Zirvesi toplandı. Büyük bir şova dönüşen bu zirvenin de yirmi yıl önce yapılan gibi ‘iyi niyet’ beyanından öteye geçmediği 2002 Johannesburg Zirvesinde ([26 Ağustos-4 Eylül] ortaya çıkmıştı. Son zirvede de ilk ikisinden farklı bir şey söz konusu değildi. Zirvede alınan ‘iyi niyet eseri’ kararlar, burjuva partilerinin vaatlerine benzer şeylerdi. Konferansa 700 kadar Çokuluslu şirketin katılıp, süslü stantlar açmasına bakılırsa, kurdun kuzuya teslim edildiğini söylemek abartma olmazdı. Artık herkes çevreci, herkes ‘sürdürülebilir kalkınma şampiyonu”, herkes çevre dostu… Johannesburg zirvesinde alınan yegâne somut karar, 15 yılda sağlığa uygun olmayan su içen insan sayısını yarı yarıya azaltmaktan ibarettir… Geri kalanı tâbir mâruz görülürse laf kalabalığıdır… Neyin yapılmak istendiği konusunda yanılsama içinde olmayan topraksız köylüler, zirveyi protesto etmek üzere bir yürüyüş yaptılar. Taşıdıkları pankartlardan birinde “sürdürülebilir yıkım zirvesi” yazılmıştı...
Bu tür ‘resmi’ söylemlerin, konferansların, zirvelerin bir tek amacı var: kitleleri oyalamak, bu amaçla bir şeyler yapılıyor, yapılacak izlenimi yaratmaktır... Zira, asıl sorun, hiçbir zaman gündeme getirilmiyor: Kapitalizmin mantığı tartışılmak bir yana, ortaya çıkardığı sonuçların tartışma gündemi dışında tutulmasına aşırı özen gösteriliyor… Asıl sorun tartışılmıyor zira, böyle bir şey, projektörleri dünyanın zenginliğini yağmalayarak sosyal ve ekolojik riskleri büyüten emperyalist ülkelere çevirmek anlamına gelecektir. Yapılan tahminler dünya nüfusunun 50 yıl sonra 10 milyara yükseleceğini gösteriyor. Eğer 10 milyar insan yoksul dostu, sürdürülebilir kalkınma tutkunu, ilerleme ve refah şampiyonu, velhasıl uygarlık timsali emperyalist ülkeler kadar üretmeye, tüketmeye, yok etmeye, kirletmeye, onun standardında yaşamaya devam ederse ne olur? Ne olacağını Fransa’nın Lyon kentinde Silence5 adıyla yayınlanan dergiden öğrenmek mümkün. Eğer yukarda söylediklerimiz gerçekleşirse içinde yaşadığımız gibi tam 12 gezegen gerekecek… Herkesin bir otomobile, bir televizyona, [ve televizyon karşısında günde 6 saat geçirmek kaydıyla], iki telefona, deniz kenarında bir yazlığa, vb. sahibolduğu, beş kilo çöp “ürettiği” ABD deki kadar şişman olduğu [ABD Nüfusunun yaklaşık %65’i obez (şişmanlık hastalığı) olduğu tahmin ediliyor] bir dünyayı tahayyül edebiliyor musunuz? Bunun için büyük bir hayal gücüne gerek yok. Şimdilerde köylülerin sadece %2’si traktörle tarım yapıyor, insanların %80’inin otomobili yok, buzdolabı ve telefonu da yok, %94’ü hiç uçağa binmedi. Bu rakam önemlidir. Dünya nüfusunun %6’sının uçağa binebilmesi, %94’ünün binemediği durumda mümkündür. Demek ki, doğal çevre tahribatı dikkate alınmadığı durumda bile, Batı üretim ve tüketim modelinin yeryüzünün lânetlileri tarafından taklit edilmesi mümkün değildir.
Oysa kapitalist barbarlığın üretim ve tüketim çılgınlığı geri dönüşü olmayan ekolojik riskleri hızla büyütüyor. Atmosfer ısınıyor, temiz içme suları azalıyor, ormanlar yok oluyor, binlerce canlı türü yok oluyor, açlık bir milyar insanı tehdit ediyor. Açlık bir milyar insanı ilgilendiriyor zira, dünya nüfusunun %20’si dünya zenginliğinin %80 den fazlasına el koyuyor. Yenilenemez enerjinin %80’i, temiz içme suyunun %40’ı ‘da aynı %20 tarafından kullanılıyor. Emperyalist ülkeler kişi başına dünyanın yoksul geri kalanından 10 kat fazla enerji tüketiyor. Dünya nüfusunun %4.6’sını oluşturan ABD, bir başına toplam enerjinin % 25’ini kullanıyor. Çok enerji tüketenin çok kirletmesi de işin doğası gereğidir. Son on yılda atmosfere karışan ve atmosferin ısınmasına neden olan karbon gazı emisyonu (CO2) %9 oranında arttı, ama, ABD’nin bu artıştaki payı %18’dir. Gezegenin iklimi kötüleşmeye devam ederken, açlık derinleşirken ‘sürdürülebilir kalkınmadan’ da çok söz edildi… Her yıl 17 milyon hektar orman yok oluyor ki, bu dört tane İsviçre demek. Her yıl 6 bin hayvan türünün yok olduğu tahmin ediliyor. Daha şimdiden 2 milyon hektar toprağın insan faaliyetine bağlı olarak verimsizleştiği tahmin ediliyor. Bugünkü tüketim düzeyi devam ederse petrol rezervinin 41, doğal gaz rezervinin 70, uranyumun 55 yılda tükeneceği tahmin ediliyor. Kaldı ki önümüzdeki dönemde enerji tüketiminin artması kaçınılmazdır. Zira, otomobil üretiminin gelecek 20 yılda ikiye katlanacağı hesaplanıyor.
Kalkınma bir mistifikasyondur. Kapitalizm kalkınma değil büyüme üretebilir ama bu kadarını da genel yaşam kalitesini kötüleştirmeden, yaşamı anlamsızlaştırmadan, toplumsal dokuyu aşındırmadan, insanı insanlıktan çıkarmadan, ekolojik riski büyütmeden yapamaz. Eğer, insanlığın ve uygarlığın bir geleceği olacaksa, bu ancak kapitalizm dışında, eşyayı değil insanı esas alan, insanı ve doğayı metalaştırmayan, üretimi toplumsal ihtiyaçlara uyarlayan, toplumun ekonominin hizmetinde değil, ekonominin toplumun hizmetinde olduğu, dolayısıyla kullanım değeri üreten, sömürü, baskı ve hiyerarşinin olmadığı, doğaya saygılı yeni bir uygarlığın kapısının aralanmasıyla mümkündür. Bu da herhalde sosyalizmden başkası değildir. Öyleyse, eleştiri oklarını kapitalizmin beyinine ve kalbine yöneltmek gerekiyor. Kapitalizmin radikal eleştirisinden kaçınarak, emperyalizmi yok sayarak, bir şeyler yapmak mümkün değildir ama, kendini kandırmak mümkündür. Durumun bilincine varmanın koşulu eleştirel olmaya bağlı. Eleştirel olmanın koşulu da önce bilincin özgürleşmesini, ideolojik sömürgecilikten kurtulmasını gerektiriyor. Önce burjuva ideolojisinin ürettiği mistifikasyondan, bilime, tekniğe ve ilerlemeye olan kör inançtan kurtulmak gerekli. Her birey kendi kaderinin, her toplum da kendi tarihinin öznesi durumuna gelmeden mevcut eğilimleri ve süreçleri tersine çevirmek mümkün değildir.
Dünya’nın geri kalanını Batı suretinde yaratmak, velhasıl kalkınma diye bir şey mümkün değildir. Zira, kapitalizm ve emperyalizm koşullarında ekonomik faaliyet, toplumun maddi temelini güvenceye almak yerine, küçük bir ayrıcalıklı azınlığın yaşam koşullarını ‘iyileştirebilir’. Sermayenin, toplumun varlıklı kesimleri lehine olarak yeniden üretilmesi, bir bütün olarak toplumsal yeniden üretimi tehlikeye atmadan mümkün değildir.
1 Bu konuda ilginç bir makale için bkz: Kadir Cangızbay “ ‘Sol’ Üzerine”, Birikim, sayı 156, Nisan 2002.
2 Şimdilerde Şili’de tezgâhlananın bir benzeri Venezüella’da sahneleniyor.
3 Fikret Başkaya, Kalkınma İktisadının Yükselişi ve Düşüşü, İmge Kitabevi.
4 Public Papers of the President, (January 20) pp. 114-115.
5 Silence, Février 2002. Lyon- Fransa.
---21 Mayıs 2008 (özgür üni.)

MUSA NIN RUHUDA ÖLDÜ:

Olağanüstü Hal Bölgesi'ni ihdas ederlerken, rejimi de, insanı da farklı yeni bir ülkenin sınırlarını çizmiş oluyorlardı. Buna direnenler vardı, "Boğaz'da rakı içebilmek için pasaport çıkartmaya hiç niyetim yok" diye-rekten; ama gücünü de hayatını da silahtan kazananların böylesi bir bilgeliğe tahammülü olamazdı: Musa Anter'i öldürttüler, bu yeni ülke için öngördükleri ideal vatandaşlara, yani itirafçılara. Cismi gitmişti ama, ruhu belki yaşayabilirdi; ancak onu da öldürdüler 'bin operasyonlarıyla: Beş yaşındaki bebeler bile almıyorlardı artık Nevruz'da dağıtılan polis/devlet şekerlerini ve yazık oldu.
Diyarbakır'daki göstericiler çocukları kendilerine kalkan ediyorlarmış. Oysa aynı resim, şöyle de okunabilir: Çocuklar bile gösterilere katılıyorlar; bütün o yokluk ve yoksulluğa rağmen polisin şekerini almamayı bilebildiklerine göre.
O çocuklar, yankesici, gaspçı, darpçı veya fahişe yapılmak üzere kaçırılıp, satın alınıp veya kiralanıp Batı'ya, İstanbul'a götürülen çocukların kardeşleri. Halkı 'sağduyu'ya çağıran yöre tüccar ve işadamlarının değil, köyü yıkılmış, mezrası yasaklanmış, ormanları yakılmış, sadece yerinden yurdundan değil üretim araçlarından da edilmiş insanların çocukları/canlı çığlıkları: 'Terörün lojistik desteğini kesme stratejisi'nin ete-kemiğe bürünerek geri dönen bedelinin organize çetelere sermaye olmama şansını bulup ruhunu kurtarabilmiş/inşa etmekte olan bölümü.
Ayrıca, bu devletin güvenlik güçleri çocukmuş, kadınmış, yaşlıymış hiçbir kalkanın oyununa gelmeyecek kadar görevine bağlıdır ki, bunu hem başbakanın kendisi hemen dile getirdi, onlar da bunun böyle olduğunu bir kez daha anında ispat ettiler: Diyarbakır'da öldürülenlerin ikisi daha on yaşına bile gelmemişlerdi. Ve biliyormusunuz 1968 Mayıs'ında, 8-9 milyonu grevdeki işçi olmak üzere Fransa'da 12 milyon kişi ayaktaydı, sokaktaydı, okul, fabrika işgalindeydi. Olaylar, gösteriler, eylemler haftalarca sürdü, arabalar yakıldı, vitrinler kırıldı, meçhul asker anıtı da dahil, egemenlerin insanları kendi uğurlarına kurban olmaya razı etmek üzere kullandıkları bütün kutsalların üzerine işendi. Biri, ürküp şaha kalkan bir polis atının ezdiği olmak üzere, ölü sayısı ikiydi.
İnsanlar devlete değil belediye başkanlarına itibar ediyorlarmış: Yüzde on barajıyla devletin yanına bile sokulması peşinen engellenen, siyasi iradeleri yok sayılan insanların alternatif bir devletselliğe yönelmeleri kaçınılmaz olmanın ötesinde, haktır da. Ayrıca yasa karşısında eşitlik gibi en temel bir ilkeyi bile kendisine bozdurtabilen ya da komisyon üyesi milletvekillerini yine devlete ait bir mekana (garnizon) almayabilen güç odaklarının bulunduğu bir yerde devletin tekliğinden söz etmek ve bu tekliğe halel getiriyorlar bahanesiyle belediye başkanlarına yüklenmek hak olmamanın ötesinde komiktir de.
Ayrıca görülmek istenmeyen/açıkça dile getirilmeyen bir şey var ki, bölgedeki son birkaç yıllık rahatlama, devletin 'terör' dediği şeye askeri açıdan galebe çalması sonucu değil, Öcalan'ın Amerikalılar tarafından ve bize sürekli olarak ödetmeye devam edecekleri, yani ülkenin geleceğini de ipotek altında alan bir bedel karşılığında devlete teslim edilmesi sonrası silahlı PKK'lıların kendi kararlarıyla sınır dışına çıkıp eylemlerine ara vermeleri sayesinde meydana gelmişti.
Fiilen eşit vatandaşlığın ilk koşulu olan mecliste hakça temsil edilme hakkını insanlarının bir bölümünden esirgeyen bir rejim, eğer bu insanları askeri yoldan topluca yok edemiyorsa, aslında er veya geç kendilerini topluca muhatap almak zorunda kalacağı kolektif bir hak öznesini de kendi elleriyle tanımlayıp oluşturuyor, dolayısıyla, kendisini kolektif haklar temelinde -gizli veya açık- pazarlığa oturmak zorunda bırakacak bir süreci başlatmış demektir.

Emperyalizm ve anti-emperyalizm üzerine (FİKRET BAŞKAYA)



Bir ülkenin egemen sınıfının başka ülkeleri ve halkları egemenliği altına alması anlamında emperyalizmin tarihinin, ilk sınıflı toplumların ve devletlerin ortaya çıktığı döneme kadar gerilere gittiğini söylemek mümkündür. Eğer bir ulus başka bir ulusu egemenliği altında tutuyorsa, onu kendine tâbi kılıyorsa, zenginliğine el koyuyorsa, ikisi arasındaki bağımlılık/hâkimiyet ilişkinin emperyalizm tanımına denk geldiği söylenebilir ama bir ülkenin ve halkın bir emperyal gücün egemenliği altına girmesi için mutlaka doğrudan denetim [işgal ve ilhak] gerekmez. Kimi zaman egemenliğin ‘daha yumuşak’ biçimleriyle de bağımlılık, sömürü ve hâkimiyet ilişkilerini sürdürmek mümkün olabiliyor. Emperyal gücün çıkarlarıyla ‘uyumlu’ yerli egemen elitlerin varlığı durumunda, işgal, ilhak veya doğrudan denetime [emperyalist devletin fiziki varlığı] ihtiyaç olmadan da sömürü, hâkimiyet ve bağımlılık ilişkileri geçerli olabiliyor.

Kapitalist emperyalizmin özgünlüğü Etimolojik anlamda [imperium, imperialis] genel bir emperyalizm tanımı yapılabilirse de, kapitalist emperyalizmi mutlaka bu genel tanımın dışında tutmak gerekir. Zira, kapitalizm öncesi [prekapitalist] dönemin emperyalizmiyle, başka türlü ifade edersek, hakimiyet ve bağımlılık ilişkileriyle, kapitalist dönemin sömürü ve bağımlılık ilişkileri arasında önemli farklar bulunmaktadır ki, bu farklılıklar doğrudan kapitalizmin mantığı ve işleyiş ‘yasalarıyla’ ilgilidir. Prekapitalist dönemde üretim esas itibariyle insan ihtiyaçlarını karşılamak üzere gerçekleşiyordu ve basit yeniden üretimdi. Söz konusu sosyal formasyonlar haraca dayalı sosyal formasyonlardı. Emperyal bir devlet başka ülkeleri, devletleri, bölgeleri işgal veya ilhak edip birikmiş hazinelerini yağmaladıktan sonra onu haraca bağlar ve kendine bağlı bir yönetim oluştururdu. İlişkinin daha yumuşak versiyonu nüfuz bölgesi denilendi. Bu sonuncu durumda tabiiyet veya aynı anlama gelmek üzere bağımlılık ilişkisi bir uzlaşmaya dayanırdı ve hakim gücün [emperyalist devletin] doğrudan denetimine gerek kalmazdı. Kapitalist üretim tarzının ortaya çıktığı dönemin emperyalizmi veya sömürü, bağımlılık ve hâkimiyet ilişkileri, önceki dönemdekinden temelli farklıdır. Zira, kapitalizm bir sermaye üretimi ve/veya sermayenin genişletilmiş ölçekte yeniden üretimi sistemidir. Üretimin birincil [aslî] amacı doğrudan insan ihtiyaçlarını karşılamak değil, değişim değeri üretmektir. Üretim kâr için yapılır ve elde edilen kârın da en büyük kısmının sermayeye dönüştürülmesi gerekir. Dolayısıyla üretim, sermayenin genişletilmiş ölçekte yeniden üretimi olarak yol alabiliyor. Her tekil kapitalist ‘vahşi rekabet’ ortamında her seferinde toplam artı değerin daha büyük bölümüne sahip olmadan, sermayesini büyütmeden varlığını sürdüremez. Başka türlü ifade edersek, büyümek veya yok olmak ikilemiyle karşı karşıyadır, velhasıl hep ileriye doğru kaçmaktan başka seçeneği yoktur. İkincisi, kapitalizm ücretli emeğin sömürüsüne dayanıyor veya bir ücretli kölelik sistemidir. Mülksüzleşmiş, her zaman sermaye sınıfının [kapitalistlerin] kullanımına hazır bir işçi sınıfını [proletarya] varsayar. Üçüncüsü, sistemin mantığının, işleyişinin ve temel eğilimlerinin bir sonucu olarak, yayılma ve genişleme dinamiği sistemde mündemiçtir [içkindir]. Sürekli olarak bulunduğu mekânların dışına taşma, prekapitalist alanları etkisi altına alma, kendi mantığı ve ihtiyaçları doğrultusunda biçimlendirme/biçimsizleştirme dinamiğine ve istidâdına [vocation] sahiptir. Fakat yayılma sadece mekânsal veya yatay bir yayılma değildir. Kapitalizm aynı zamanda dikey olarak da genişliyor, daha önce kapitalist ilişkilerin geçerli olduğu alanda dikey olarak da yoğunlaşıyor. İnsan ve toplum yaşamının tüm alanlarını etkisi altına alıp, tüm veçhelerine ve gözeneklerine nüfuz ediyor, insan yaşamını kuşatıp, tüm insan ilişkilerini metalaştırıyor, paralılaştırıyor, özelleştiriyor, kamusal [ortaklaşmacı] yaşam alanlarını yok ediyor, velhasıl yaşama dair ne varsa sermayenin etkinlik alanına sokuyor. Yegâne amaç kâr etmek ve kârı büyütmektir... Böylesi bir sistemin insanlığın başına sayısız belalar açması, insanı insanlıktan çıkarması, ekolojik riski büyütmesi şaşırtıcı değildir...



Başka türlü söylersek, kapitalizm emperyalizmdir. Kapitalizm emperyalizm üretmeden, emperyalizm de militarizme ve savaşa başvurmadan varolamaz. Fakat kapitalist gelişme eşitsiz bir nitelik taşıdığı için, her zaman ve kaçınılmaz olarak hiyerarşik bir yapılanma söz konusudur. Sistem bir tür pramide benzer ve her aşamada pramidin tepesinde hegemonik bir güç bulunur ve onu ikinci ve üçüncü derecedeki kapitalist devletler gurubu izler. Bir kapitalist ülkenin kapitalist ülkeler hiyerarşisinde hegemonik güç konumuna gelebilmesi için rakipleri karşısında ekonomik [tabii teknolojik], militer ve kültürel/ideolojik üstünlük sağlaması gerekir. Fakat hegemonyayla ilgili iki hatırlatma yapmak gerekir: Birincisi, sistemin mantığının, temel eğilimlerinin ve işleyiş yasalarının bir sonucu olarak, hegemonya mutlak değildir; ikincisi de aynı nedenden ötürü geçicidir. İkinci emperyalistler arası savaş öncesinde İngiltere hegemonik konumdayken, savaş sonrasında hegemonik konumunu ABD lehine kaybetmesi gibi.

Eşelenmesi gereken bir husus da, belirleyici olanın sömürgecilik değil emperyalizm olduğudur. Sömürgecilik veya sömürgeciliğin değişik versiyonları [doğrudan sömürgecilik, yarı-sömürgecilik, yeni sömürgecilik, vb.] emperyalizmin farklı tezahürlerinden ibarettir. Temel ilişkiyi veya bağımlılığın derin çekirdeğini oluşturansa emperyalist bağımlılık ve hâkimiyet ilişkileri veya aynı anlama gelmek üzere, sömürüye, eşitsizliğe ve hiyerarşiye dayalı ilişkiler bütünüdür. Bazı ülkelerin doğal ve beşeri kaynaklarına kapitalist hiyerarşinin yükseklerindekilerin el koyması, sömürü, hâkimiyet ve bağımlılık ilişkilerinin devam etmesidir. Emperyalist hâkimiyet ve bağımlılık ilişkileri çok yönlü ve kapsayıcıdır. Ekonomik, politik, ideolojik, kültürel, vb. veçheleri kapsar. Doğrudan sömürge statüsündeki bir ülkenin politik bağımsızlığa kavuşması, onun emperyalizmden koptuğu, kapitalist ekonomiler hiyerarşisindeki konumunun değiştiği anlamına gelmez. Kapitalizmin sanayi kapitalizmi aşamasına rastlayan 1800 yılında Batılı kapitalist [emperyalist] devletler yeryüzünün % 55’ini hâkimiyetleri altında tutuyorlardı ama doğrudan denetledikleri alan % 35 di. 1878 emperyalist devletlerin denetledikleri alan % 67’ye, Birinci emperyalistler arası savaş [1914] öncesinde ise söz konusu oran % 84,4’e yükselmişti. İkinci emperyalistler arası savaş [1939–1945] sonrasında doğrudan sömürgecilik büyük ölçüde tasfiye edildi, şimdilerde nerdeyse doğrudan sömürge statüsünde ülke kalmadı ama bugün eski sömürgeler [Üçüncü Dünya Ülkeleri] doğrudan sömürge oldukları dönemdekinden daha çok emperyalist sömürüye maruz durumdalar. Söz konusu ülkelerin beşeri ve doğal kaynaklarına ve zenginliğine emperyalist ülkeler el koymaya devam ediyor. Elbette bununla politik bağımsızlığın önemsiz olduğunu imâ ediyor değiliz. Lâkin bağımlılık bir bütün olarak tasfiye edilmedikçe, radikal bir kopuş gerçekleşmedikçe, paradigma değişmedikçe, söz konusu ülkeler kendi ‘gerçeklerine’ kendilerini sömürgeleştirenlerin gözüyle bakmaya devam ettikçe, kendilerini sömürgeleştirenleri yakalama, onları taklit etme, onlara benzeme perspektifini terketmedikçe, gerçek bir ‘bağımsızlık’ mümkün değildir. Politik planda bağımsız bir ülkenin yöneticileri bu konumlarını farklı emperyalist güçler arısındaki çelişkilerden yararlanmak için kullanabilir ama bunun sanıldığı kadar önemli olmadığını söylemekte bir sakınca yoktur.

Bu aşamada haklı olarak şöyle bir soru akla gelebilir: Eğer doğrudan sömürgecilik olmadan da emperyalist sömürü, bağımlılık, hâkimiyet ve şartlandırma ilişkileri mümkün oluyorsa, doğrudan sömürgeciliğe neden gerek duyuluyor? Kapitalist işletmeler arasındaki rekabet ulusal düzeyden uluslararası düzeye sıçradığında [ki bu kaçınılmazdır] devletlerin rekabetini davet ediyor. Dolayısıyla savaşlar, işgaller, belirli stratejik bölgeleri doğrudan denetim altına almak ve/veya askerî üsler oluşturmak zorunlu hale geliyor. Bu sayede söz konusu bölgeler bir tek kapitalist ülkenin ‘korunmuş alanı’ haline gelip rakiplere yasaklanıyor. Böylece doğrudan sömürge statüsüne indirgenmiş ülkenin hem ucuz hammaddelerini [tarım ürünleri, madenler, vb.] ve işgücünü kullanmak, hem de emperyalist rakipleri oradan uzak tutmak, sömürgeci/emperyalist devletin sanayi ürünleri için hazır bir pazar mümkün hale geliyor.

Kapitalizm emperyalizmdir Sermayenin genişletilmiş ölçekte yeniden üretimi demek olan kapitalist üretim tarzı, bu niteliğin bir sonucu olarak, yayılma, genişleme, bulunduğu [ilk defa ortaya çıktığı] mekânın dışına taşma eğilimi ve dinamiği taşıyor. Bu nitelikten ötürü de kapitalist sistem fıtraten emperyalisttir. Dolayısıyla, birincisi, emperyalizm kapitalist gelişmenin belirli bir aşamasında ortaya çıkmış bir şey değildir. Yeni ve orijinal bir üretim tarzı olan kapitalizm, tarih sahnesine çıktığı andan itibaren emperyalisttir; ikincisi, bazı burjuva akıl hocalarının iddia ettiği gibi arizi, geçici, kimi kralların, imparatorların ihtirasının, güç ve iktidar hırsının, megaloman hezeyanlarının sonucu değildir. Eğer emperyalizm bir kapitalist devletin görece daha zayıf başka ülkelerin beşeri [işgücü] ve doğal kaynaklarına el koyması, onu sömürmesi, kendine bağımlı kılması, toplumsal yapısını çarpıtması, onu doğal gelişme rotasından çıkarması, kültürünü tahribetmesi, kimliğini aşındırması, tarihine yabancılaştırması, vb. demekse, kapitalist gelişme sürecinin sadece belirli aşamasını emperyalist olarak nitelemek uygun değildir. Bu yüzden kapitalizm, tarih sahnesine çıktığı [yaklaşık Kristof Kolomb’un macerasıyla başlayan 1492 sonrası] andan itibaren emperyalistti. O halde emperyalist aşamadan değil, emperyalizmin aşamalarından söz etmek gerçeğe daha uygundur. Özgün, orijinal bir üretim tarzı olarak kapitalizm tarih sahnesine ilk çıktığı dönemde sermaye birikimi, ticari sermayenin birikimiydi. Bu, iktisat tarihçilerinin merkantilist dedikleri ama merkantilist emperyalizm denmesi gereken dönemdi. Söz konusu dönemde biriken ticari sermaye, 18.’inci yüzyılın sonunda ortaya çıkan sanayi kapitalizminin [sanayi devrimi] temelini oluşturdu. Kapitalizmin merkantilist emperyalizm aşamasında en büyük tahribat Yeni Dünya denilen Amerika Kıtası’nın orta ve güney bölgeleriyle Afrika’nın batısında gerçekleşti. Fakat bu dönem sadece Amerika’nın Avrupalı ırkçılar tarafından Kızıl Derili denilen ilk halkların birikmiş hazinelerinin yağmalanması, uygarlıklarının tarih sahnesinden silinmesi, Afrikalı Siyahların avlanıp-köleleştirilerek altın ve gümüş madenlerinde ve tarımsal plantasyonlarda çalıştırılmak üzere Yeni Dünyaya taşınması, köle ticaretinden ibaret değildi. Aynı zamanda Amerika’nın ilk halklarının jenoside tâbi tutulmasıydı. “Kolomb Amerikan adalarına ayak bastığında, kıtanın nüfusu yaklaşık 80 milyondu, onaltıncı yüzyılın ortasında [60 yıl sonra] Amerika’da yaşayan nüfus 10 milyona inmişti... Hıristiyan Batılılar yaklaşık yarım yüzyılda 70 milyon insanı Hıristiyan Cennetine göndermeyi başarmışlardı... XVI’ıncı yüzyılın başında dünya nüfusunun yaklaşık 400 milyon civarında olduğu düşünülürse, yarım yüzyıllık bir dönemde 70 milyon insanı yok etmek ‘büyük bir başarı’ olmalıydı.” Merkantilist emperyalizm aşamasında sömürgeleştirilmiş bölgelerden taşınan zenginliğe dair çok sayıda veri bulunuyor ama sadece iki hatırlatma fikir edinmek için yeterlidir: “Hamilton, Latin Amerika’nın 1503 ve 1600 yılları arasındaki toplam altın ve gümüş ihracatının 500 milyon altın pezosu aştığını tahmin ediyordu; Colenbrander’e göre, Hollanda Doğu Hindistan Kumpanyası’nın, Endonezya’dan sağladığı kâr paylarının, görevlilerin oradan gönderdikleri paraların ve gemilerle sevkedilen baharatın toplam değeri 1650-1780 dönemi için 600 milyon altın florine yükseliyordu. R.P. Rinchon’un hesaplamaları esas alınırsa, XVIII. yüzyılda Fransa’da zenci ticaretinden elde edilen kârlar [zencilerin çalıştırılmasının sağladığı ve birkaç milyarı bulan gelir hesaba katılmaksızın] aşağı yukarı yarım milyar livres - tournois’yı bulmuştu. Batı Hindistan zencilerinin Britanya’da çalıştırılmasından elde edilen gelirler 200-300 milyon sterline yükselmiştir.” “1750-1800 döneminde Britanya’nın, Hindistan’ın yağma edilmesinden sağladığı kârın 100-150 milyon altın sterlin olduğunu ileri sürmek mübalağa değildir. Toplam meblağ bir milyar sterlini aşıyor, yani bütün Avrupa’da 1800 yıllarına doğru buhar gücü ile işleyen sınaî işletmelerinin tümünün sermayesinden daha fazladır.”

Emperyalizmin ve sömürgeciliğin birinci aşaması olan merkantilist dönemde, bugün de az-çok geçerli çevre-merkez kutuplaşması henüz tamamlanmamıştı. Kutuplaşma sanayi devrimi denilenle birlikte tamamlanacaktı. O dönemden sonra dünya sanayileşmiş ve sanayileşmemiş veya sanayisi emperyalist saldırı sonucu tasfiye edilmiş ülkeler olarak iki kutba ayrıldı ve kapitalizm bir dünya sistemine dönüştü. Birinciler sanayi malları üretip ihraç ediyor, ikinciler de tarımsal mallar, madenler üretip ihraç ediyordu ve bağımlı ülkelerin [sömürge ve yarı-sömürge ülkeler] insanları ve toprakları emperyalist merkezlerin ihtiyacı olan malları üretmeye koşulmuştu. Sömürü, bağımlılık, şartlandırma, kültürel yabancılaşma, vb. bakımından sanayi kapitalizmi öncesi [merkantilist] ve sonrası dönemde esasa dair bir fark yoktu. Hakim burjuva ideolojisi dünyanın geri kalanında gerçekleşen yıkımı, tahribatı, yağma ve talanı her zaman olumlu, ilerletici bir faktör, üretici güçleri geliştiren bir unsur, velhasıl uygarlaştırıcı misyonun gereği olarak sunmayı başardı. Avrupa-merkezli ideolojik yabancılaşmayla malûl tarihsel sol da bu durumu olumlu ve arzulanır bir şey olarak görme eğilimindeydi. Bilindiği gibi emperyalizm sadece ekonomik bir kategori değildir. Toplumsal yaşamın tüm veçhelerini angaje eden bir süreç, dolayısıyla ekonomik, politik, sosyal, kültürel-ideolojik, etik, ekolojik veçheleri bir bütün olarak kapsar. Belirli bir eşik aşıldıktan sonra, sömürge hakları -en azından yerli işbirlikçi egemen sınıflar- kendi gerçekliğine yabancılaşıyor ve kendini sömürgecinin sunduğu aynada görmeye başlıyor ki, bu yüzden asıl sömürgecilik zihinsel-ideolojik-entelektüel mahiyette olandır...

XIX’uncu yüzyılın sonunda tekellerin, büyük firmaların, tröstlerin, konzernlerin, vb. oraya çıktığı döneme emperyalist demek adettir. Dolayısıyla emperyalizm kavramı kapitalizmin bir aşamasını tanımlamak için kullanılıyor. Bunun anlamı önceki dönemin emperyalist olmadığıdır... Eğer öyleyse, söz konusu dönem sonrasında [ondokuzuncu yüzyılın sonu yirminci yüzyılın başı] sömürü ve bağımlılık ilişkileri, sömürge ve yarı sömürge ülkeler ve emperyalist merkezler arasındaki ilişkiler bakımından neyin değiştiği, hangi yeni unsurların ortaya çıktığının açıklığa kavuşturulması gerekir. Aslında XIX. Yüzyılın sonu XX. Yüzyılın başı, sömürgeler veya bağımlı ülkeler ve toplumlar bakımından değil, emperyalist ülkeler cephesi bakımından bir özellik arzediyordu ve bu durum esasa ilişkin bir yenilik değildi. Büyük kapitalist devletlerarasındaki rekabet şiddetlenmiş, emperyalistler arasında bir çatışma durumu ortaya çıkmıştı. Bu da global olarak sermeye için pazar sorununun kendini dayatmasının sonucuydu. Yarışa ilk başlayanları [İngiltere, Fransa, Hollanda...] yeni yetmeler [Almanya, ABD, Japonya...] izliyordu ve bölüşülmüş olanı yeniden bölüşmeyi dayatıyordu. Zaten iki emperyalistler arası savaşın nedeni de bu idi. Latince bir deyim tarde venientibus ossa [sofraya geç gelene kemik kalır] der. Sofraya geç gelenlerin kemikle yetinmeleri mümkün değildi. Gerçekten emperyalizmin söz konusu döneme özgü bir olgu olduğu söylenirse, yüzyıl sonrasının, bugünün [XXI. yy. başı] kapitalizmine de bir isim bulmak gerekirdi... Şimdilerde tam bir edeb-i kelâm ile küreselleşme denilenle beş yüz yıl kadar geriye giden dönemler bakımından hangi ayırdedici unsurlar tespit edilebilir? Şimdilerde emperyalizm dememek için küreselleşme deniyor ve küreselleşmeye ayak uydurmak da bir marifet olarak sunuluyor. Oysa insanlık ve uygarlık kapitalizmin tarihinin hiçbir aşamasında olmadığı ölçüde kapsamlı bir saldırıya maruz... Kavramlar dünyasını ilgilendiren bu durum, esas itibariyle sınıfsal güçler dengesinin ezilen halklar/ sömürülen sınıflar aleyhine dönmesinin sonucu. Güç dengesi emekçi sınıflar ve ezilen halklar aleyhine döndüğünde, egemenin söyleminin etkinliğini artırması şaşırtıcı değildir.

Daha önce de ifade ettiğimiz gibi, küreselleşme veya aynı anlama gelmek üzere emperyalizm, sistemin temel eğiliminin, yayılma ve genişleme dinamiğinin bir sonucu olarak tezahür ediyor. Fakat yayılmanın, genişlemenin, küreselleşmenin kapsam ve sınırını belirleyen, sermayenin tek yanlı tercihleri değildir. Yayılmanın ve genişlemenin [emperyalizmin] kapsam ve yoğunluğunu belirleyen, saldırıya maruz kalanların, sömürülen sınıfların/ ezilen halkların direnci veya karşı saldırısı, başka türlü söylersek karşılıklı güçler dengesinin seyridir. Bu bakamdan kapitalizmin/emperyalizmin yaklaşık beşyüz yıllık tarihinde üç kapsamlı saldırı/karşı saldırıdan söz etmek mümkündür. Birinci kapsamlı saldırı, Kristof Kolomb’un macerasıyla başlayan dönemdir. Bu döneme köle isyanları damgasını vurmuştu. İkincisi, dünya ölçeğinde kutuplaşmanın [polarizasyonun] tamamlandığı, uluslararası işbölümünün çevre/merkez işbölümü olarak yerleştiği dönemdir. Bu döneme de sosyalist devrimler ve kurtuluş savaşları damgasını vurmuştu. Şimdilerde [özellikle 1980’ler 1990’lar sonrasında] küreselleşme denilen neoliberal emperyalist saldırı söz konusu, henüz yeteri kadar kristalize olup netleşmemekle, olgunlaşmamakla birlikte, bu kapsamlı saldırıya dünyanın her yanında tepkilerin yükseldiğini rahatlıkla söylemek mümkündür ve bu anlaşılır bir şeydir. Zira saldırının olduğu her yerde karşı saldırı da vardır ve saldırı/karşı saldırı diyalektiği eşyanın tabiatine içkin [mündemiç] bir şeydir.

İkinci emperyalistler arası savaş sonrası: Kolektif emperyalizm Paylaşılanı yeniden paylaşmanın ikinci denemesi olan ikinci emperyalistler arası savaşın sonunda, emperyalist blok veya emperyalist hiyerarşi bakımından ‘ilginç’ bir tablo ortaya çıktı. Japonya çökertildi, Almanya parçalandı fakat galipler cephesinin iki büyük sömürgeci-emperyalist gücü olan İngiltere ve Fransa da savaştan büyük yara alarak, güç kaybederek çıktılar. Buna karşılık ABD savaşın asıl galibiydi. Savaştan sadece gücünü artırarak çıkmadı, tartışmasız bir hegemonik güç haline de geldi. Tek başına dünya sanayi üretiminin yarıdan fazlasını sağlıyordu, en ileri teknolojilere ve mutlak silah [atom bombası] tekeline sahipti. 1910’lu yıllardan beri devam eden ‘hegemonya krizi’, ABD’nin pramidin tepesine oturmasıyla aşılmıştı: artık ABD tartışmasız hegemonik bir güçtü. Fakat ABD daha fazlasını istiyordu. Önceki dönemde geçerli İngiltere’nin serbest ticaret emperyalizminin yerine kendi projesi olan serbest teşebbüs emperyalizmini ikâme etmek istiyordu. Bunun için sömürgeciliğin klasik [doğrudan] versiyonunun tasfiye edilmesi gerekiyordu. Aksi halde az sayıda sömürgeci-emperyalist gücün ‘korunmuş alanları’ olan sömürgelere ABD mallarının ve sermayesinin girişi mümkün olmazdı. O halde iki şey yapılmalıydı: Birincisi, sömürgeciliğin klasik [doğrudan] versiyonu tasfiye edilmeli; ikincisi de ‘bağımsızlığa’ kavuşan yeni devletlerin “genç ulusların” emperyalist dünya sisteminden kopmaları engellenmeliydi. Eğer söz konusu ülkeler emperyalizmden koparsa, bu ABD bakımından dimyata pirince gitmek anlamına gelirdi. Emperyalist blokta ABD önderliği ve şemsiyesi altında Batı Avrupa ve Japonya’yı kapsayan bir kolektif emperyalizm oluşurken, yeryüzünün lânetlileri cephesi de kolektif sömürgeler haline getirilmek isteniyordu. Bu amaçla Birleşmiş Milletler ve çevresinde bir dizi kurum ve mekanizma oluşturuldu. ‘Bağımsızlığa’ kavuşan ülkeler Birleşmiş Milletlere üye oluyor ve bir tür ‘temsil yanılsaması’ yaratmak mümkün hale geliyordu. Birleşmiş Milletler Genel Kurulu bir tür her bir ülkedeki parlamentoların işlevine benzer bir işlev görüyordu. BM dahilinde oluşturulan bir dizi örgüt: UNESCO, UNICEF, Dünya Sağlık Örgütü [WHO], tarım örgütü [FAO], vb. esas itibariyle mistifikasyon yaratan meşrulaştırma araçları işlevi görecekti. Onları kolektif emperyalizmin dünya ekonomisini yönetmek üzere oluşturduğu kurumlar izliyordu: GATT [ bugünkü Dünya Ticaret Örgütü [WTO], IMF, Dünya Bankası [WB], bölgesel ‘kalkınma bankaları’, vb. Nihayet askeri paktlar: NATO, CENTO, SEATO,..

Emperyalist blokta ABD önderliği ve şemsiyesi altında kolektif emperyalizm oluşurken, önceki dönemde her bir tekil sömürgeci-emperyalist gücün [metropolün] doğrudan sömürgesi olan ülkeler de kolektif emperyalizmin kolektif sömürgesi haline getirilmek isteniyordu. Eşelenmesi gereken birinci husus budur. İkincisi de emperyalist yöneticilerin bir tespitine dayanıyordu: Uzunca bir doğrudan sömürgecilik döneminde emperyalizme bağımlı, varlığı sömürü ve bağımlılık ilişkilerinin devamına bağlı yerli elitler oluşmuştu. Söz konusu elitler [ekonomik veya Batı eğitimi almış diplomalılar] artık kendi gerçekliklerine sömürgecilerin gözüyle bakar hale gelmişlerdi. Varlığı sömürgeci ilişkilerin varlığına bağlı bir komprador ‘ekonomik-ticari’ kesim oluşmuşken, söz konusu ülkelerin ‘aydın’ denilen diplomalıları kendi ülkelerinin de emperyalist ülkeler gibi “zengin-müreffeh” olabileceğine ‘inanıyorlardı’... Aslında bu benim sömürgeciliğin içselleşmesi dediğim durumdu. Batı’nın rahle-i tedrisinde geçmiş, ırkçı-avrupamerkezli ideolojik yabancılaşmayla mâlûl söz konusu ‘yerli’ elitler, Batı gibi olmak için siyasi bağımsızlığın yeterli olduğunu düşünüyordu. Oysa bir başına siyasi bağımsızlık, bir bayrak bir milli marş, bir devlet başkanı, bir radyo istasyonu, vb. bağımsızlık için asla yeterli olmayacaktı. O halde birincisi, söz konusu ülkeleri emperyalist metropole bağlayan ekonomik, ticari, politik, kültürel-ideolojik, estetik, vb. ilişkilerde radikal bir kopuşun gerçekleşmesi gerekiyordu; ikincisi ve daha da önemlisi, Batı gibi olma, onu yakalama, “kalkınmacı paradigmanın” dışına çıkmayı gerektiriyordu. Yeni bağımsızlığa kavuşan ‘genç devletler’ Batı’yı yakalama perspektifine kilitlendiklerinde kaybetmişlerdi. Ulusal kurtuluş hareketlerinin bir kısmı da zaten bilinen anlamda ‘ulusal kurtuluş hareketi’ sayılmazdı. Bazı Afrika ülkelerinin anayasalarının İngiliz sömürgeler bakanlığında hazırlandığı, bağımsızlık öncesi Afrika’dan getirilen öğrencilerin İngiliz okullarında eğitildikleri biliniyor. Bunlar istisna da olsa kurtuluş hareketlerinin sadece bir kısmı radikal hareketlerdi. Zaten radikal hareketler sonucu bağımsızlığa kavuşan ülkeler çeşitli yöntemlerle [ABD tarafından peydahlanan darbeler, suikastlar, komplolar, vb. ile etkisizleştirilecekti. Buna rağmen Üçüncü Dünya denilen ülkeler grubunun oluşması [daha sonra Bağlantısızlar Hareketi] uluslararası güç dengelerini değiştirmişti. Kolektif emperyalizmin karşısında sadece sosyalist denilen ülkeler grubu yoktu, yüzyıllardır ‘sofradan uzak tutulan’ Üçüncü Dünya halkları da bir aktör olarak sahnedeydi. 1955 Bandung Konferansıyla dünya’da yeni bir rüzgar esiyordu ve emperyalist odakları telaşlandırıyordu. Yaklaşık 30 yıllık hegemonya krizi sonrasında ve ikinci savaşın ardından dünya hegemonyası hayalleri gören ABD yönetici sınıfı bu projesinin önünde iki engelle karşılaşmıştı: Sovyetler Birliği liderliğindeki planlı ekonomiler ve bir aktör olarak dünya sahnesine çıkan Üçüncü Dünya Rejimleri. Söz konusu rejimlerin 1970’lerin sonundan itibaren neden etkisizleştikleri, 1980 sonrasında da nasıl yeniden kompradorlaştıkları önemli olmakla birlikte, burada tahliline girmek uygun değil. Fakat 1980’lerin sonunda Sovyet sisteminin de çökmesiyle ABD’nin yüzyıllık projesini gerçekleştirme hevesine yeniden kapıldığı ortada...

Anti-emperyalizm ne değildir? Eğer kapitalizm emperyalizm ise, kapitalizme karşı olmadan emperyalizme karşı çıkmak, anti-emperyalist olmak mümkün değildir. Bu nedenle, kapitalizmi aşma perspektifine sahip olmayan bir politik hareketin anti-emperyalistlik iddiası boştur. Eğer kapitalizmden ayrı bir emperyalizmin varlığı kabul edilirse, bu kaçınılmaz olarak ‘milli kapitalizm’ diye bir şeyin de kabulü anlamına gelecektir. Oysa sermayenin vatanı yoktur. Vatan ulusal sınırlar içine hapsedilmiş ezilen/sömürülen sınıflar içindir. Bu yüzden ulusal sınırlar, başta işçi sınıfı olmak üzere, emekçi kitleler ve mütevazı toplum kesimleri için bir tür hapishane duvarı işlevi görüyor. Bu güne kadarki anti-emperyalist denilen mücadelelerin ve sosyalist olduğu söylenen deneylerin başarısızlığı, kapitalizmden radikal bir kopuş perspektifine sahip olmamalarındandı. Kurtuluş savaşları anti-sömürgeciydi ama gerçek anlamda anti-emperyalist sayılmazlardı, zira, ulusal bir kapitalizmin mümkün olduğu, emperyalist dünya sistemi içinde kalarak, karşılıklı bağımlılık koşullarında emperyalist metropolleri yakalamanın mümkün olduğu tespitine dayanıyordu. Anti-sömürgeci [anti-koloniyalist] mücadeleler sonucu oluşan Üçüncü Dünya Devletleri, kapitalizmden değil, tekil emperyalist metropolden koptular ve kolektif emperyalizmin kolektif sömürü alanları haline geldiler... Eşitsiz ilişkiler, sömürü/bağımlılık ve hakimiyet ilişkileri sadece biçim değiştirdi. Yegâne kayda değer yenilik, yönetimin ‘yerli’ unsurlara devredilmesiydi. Zira, üretim ilişkileri ve uluslararası işbölümü hiçbir köklü değişikliğe uğramamıştı. Velhasıl ilişkinin yönü ve mahiyeti değişmedi. Yegâne değişiklik, emperyalist ilişkiler bütününe dokunmadan yerli elitlerin daha hızlı zenginleşmesinin mümkün hale gelmesiydi... Aynı şekilde Sovyetler Birliği tarafından yeni bağımsızlığa kavuşan ülkelere ihraç edilen, kendilerini sosyalist olarak tanımlayan veya öyle olduğunu sanan ‘devrimci’ kesimlerce benimsenen ‘milli demokratik devrim’ ve onun bir versiyonu olan ‘kapitalist olmayan kalkınma yolu’ türü safsatalar da kapitalist paradigmanın dışında değildi. Nitekim olmadığının anlaşılması için fazla zaman gerekmedi. Kapitalizmin mantığını, temel eğilimlerini ve işleyiş yasalarını sorun etmeyen bir hareketin anti- emperyalistlik iddiasında bulunmasının hiçbir kıymet-i harbiyesi ve başarı şansı yoktur. Asıl sorun gözden kaçtığında, sorunun kökenine inilmediğinde, radikal bir yaklaşım yokluğunda, yabancı düşmanlığı [Batılılara karşı düşmanlık] anti-emperyalizmle özdeş sayılıyor. Anti- amerikancı olmak neden anti-emperyalist olmanın yeterli koşulu sayılsın? Üzerinde önemle ve ısrarla durulması gereken bir husus da milli yarar veya aynı anlama gelen ulusal çıkar diye bir şeyin imkânsızlığıdır. Sınıflara bölünmüş, uzlaşmaş çelişkilerle mâlül bir sosyal formasyonda milli yarar söylemi ahmakları aldatmak içindir. Herhangi ekonomik/sosyal bir politikanın ulusun tamamının çıkarına olması için sınıfsal karşıtlıkların, sömürü ilişkilerinin olmaması gerekir. Mesela bir dizi kamu hizmetinin [eğitim, sağlık, sosyal güvenlik, belediye hizmetleri, vb] özelleştirilmesi asla ulusal çıkar veya milli yarar gerekçesine dayandırılarak savunulamaz. Zira özelleştirme sermayenin değerlenme yeteneğini, kâr oranını, dolayısıyla sömürüyü derinleştirmek için yapılmaktadır. Böyle bir politik tercihin geniş emekçi kesimler için ifade ettiği anlam sermaye ve çevresi için ifade ettiğinden farklıdır. Bu yüzden işçi sınıfına dahil olanların çıkarı, kendi konumundaki başka ülkelerdeki işçi sınıflarıdır. Bu yüzden ‘milli demokratik devrim’ türü teoriler birer tuzaktır. İşçi sınıfı ve ezilenlerin müttefiki kendi egemen sınıfları değil, başka ülkelerin ezilen/sömürülen sınıflarıdır... Bu konuda nüanse edilmesi gereken birşey de, emperyalist ülkelerin işçi sınıflarının emperyalist sömürüden pay aldıkları, dolayısıyla dünyanın çevresindeki işçi sınıfı ve ezilenlerden çok, kendi kapitalistleriyle, daha kapsayıcı bir kavram olan kendi burjuva sınıflarıyla çıkar birliği içinde olduklarıdır. Kapitalizmin mantığından, temel eğilimlerinden ve ‘hareket yasalarından’ haberdar olanların bu görüşü kolaylıkla kabullenmesi mümkün değildir. Emperyalist merkezlerde -metropol kapitalist ülkelerde- işçi sınıfı hareketinin ve sendikacılığın yozlaşmasının başka nedenlerinden söz etmek elbette mümkündür ama kapitalizmi aşmayı amaçlayan sosyalist hareketlerin hedefinden sapmasını, metropollerdeki işçi sınıfının emperyalist sömürüden nemâlandığı dolayısıyla ‘suç ortağı’ olduğu gerekçesine dayandırmak şeyleri hafife almak, değilse gerçeğin üstünden atlamaktır. Avrupalı, Amerikalı, Japon, vb. kapitalistler dünyanın uzak köşelerine elde ettikleri artı-değeri ‘kendi’ işçi ve emekçi sınıflarıyla paylaşmak için mi gidiyorlar? Bu önemli sorun üzerinde bu kısa yazıda daha fazla durmak uygun değil, yine de bir hatırlatma yapmak gerekiyor: İngiliz emperyalizminin zirvede olduğu XIX. yüzyıl boyunca İngiliz işçi sınıfının da görece ‘daha iyi durumda’ olması gerekmez miydi? Gerçek durum tam da bunun tersiydi. Dış sömürünün derinleşmesine iç sömürünün derinleşmesi eşlik ediyordu. O halde emperyalist metropollerdeki işçi sınıfının kapitalist dünya sisteminin çevresindeki işçi sınıfları ve emekçilere göre görece daha iyi durumda oluşları, doğrudan verilen mücadeleler sonucu kazanılan mevzilerle ilgilidir. Emperyalist burjuvazinin verdiğinden değil de işçi sınıflarının kazandığından söz etmek... Batı’da refah devleti veya sosyal devlet denilen emperyalist burjuvazinin bir lütfu değildi... Elbette egemen sınıflar cephesi bakımından paralel bir durum var. Üçüncü Dünya egemen sınıflarının gerçek müttefiki ‘kendi’ işçi sınıfları değil, emperyalist burjuvazidir. Nitekim 1991 Körfez Savaşında firarî Iraklı askerler köylerde, kasabalarda, şehirlerde antikapitalist-anti-emperyalist şuralar [konseyler] oluşturmaya başladıklarında, ABD hemen askerini Iraktan çekmiş ve Saddam Hüseyin’in söz konusu şuraları ezmesine imkân yaratmıştı. Elbette bunu söylerken, emperyalist burjuvazi ile Üçüncü dünyadaki egemen elitler arasında çelişki yoktur denmek istenmiyor. Şüphesiz çelişki vardır ve olmaması eşyanın tabiatına aykırıdır. Bununla sadece çıkar birliğinin çelişkiden daha önemli olduğu söylenmiş oluyor...

Şimdilerde anti-emperyalist olduklarını söyleyen iki akım var Politik İslam ve ‘Ulusalcılık’. Politik İslam’ın ne mülkiyet sorunuyla ne da kapitalizmle ilgili bir sorunu, veya kaygısı var. Üretim ilişkilerini hiçbir zaman sorun etmiyor. Alternatif bir toplum projesine de sahip değil. Yegâne amacı iktidarı ele geçirmek. Böyle bir hareketin anti-emperyalistlik iddiasının hiçbir kıymet-i harbiyesi yoktur. Esasen orada söz konusu olan, anti- emperyalizmden çok yabancı düşmanlığıdır. İçerdeki sorunların nedeni [elbette tek neden emperyalizm veya dış sömürü değil] olarak kapitalist emperyalizm değil yabancılar, Amerikalılar, İngilizler, Fransızlar, vb. görülüyor ve bu tür bir ideolojik manipülasyonla kitleleri aldatmak, oyalamak kolaylaşıyor. Daha da önemlisi, Politik İslam’ın daha baştan ideolojik-politik bir manipülasyon aracı olarak bizzat emperyalistler tarafından ‘icat edilmiş’ olmasıdır. Politik İslam daha 1920’li yıllarda İngiliz oryantalistleri tarafından peydahlanmıştı.

‘Ulusalcıların’ anti-emperyalizm söyleminin de hiçbir inandırıcılığı yok. Kapitalizm, mülkiyet, üretim ilişkileri, sömürü, toplumsal eşitsizlik, vb. kavramlara gönderme yapmadan, üstünden atlayarak, anti-emperyalizmden söz etmeleri kendilerini ve kitleleri oyalama amaçlı ideolojik manipülasyondan başka birşey değildir. Yukarıda da kısacı değinildiği gibi, milli bir kapitalist sınıfın varlığı tespitine dayanıyor. Oysa ortada emperyalizmden bağımsız, çıkarları emperyalist hakim sınıfların çıkarlarıyla çelişen bir kapitalist sınıf yok. Buralardaki [çevredeki] kapitalist sınıflar emperyalist sermayenin uzantısı, parçası veya bileşenidir, üstelik ilişkinin yönü de emperyalist metropollerden çevreye doğrudur... Durum böyleyken ‘kendi kapitalistlerini’ dışarıdakilere [emperyalist sermeye] karşı korumaya çalışmak aymazlık, değilse bir şeyi olmadığı yerde aramaktır... Bu yüzden kendilerine ulusalcı diyenler her zaman ve her koşulda emperyalizmin ‘doğal müttefikidirler’ ve söylemleri bir kuruntudan ibarettir. Bir devlet işletmesi [KİT] özelleştirildiğinde, eğer söz konusu işletmeyi ‘milli’ sandıkları bir sermaye grubu satın alırsa onu alkışlıyorlar ama aynı işletmenin yabancılara satılmasını sorun ediyorlar. Oysa sermayenin yerlisiyle yabancısı arasında ‘Çin seddi’ yoktur. Sermayenin ne kadarının yerli, ne kadarının yabancı olduğu hem pek belli değildir, hem de önemsizdir. Sermayenin vatanı olmadığına göre... İkincisi, milli yarar siyaseti, mevcut sömürü ve egemenlik ilişkilerini sürdürmenin, kitleleri aldatıp-oyalamanın ideolojik aracından başka bir şey değildir...

İnsanlığın kurtuluşu kapitalist emperyalizmden kurtulmaya bağlı. Bunun da yolu ezilen halkların, sömürülen sınıfların enternasyonalizmini oluşturmaktan geçiyor. Fakat öncelikle ve vakitlice XXI’inci yüzyılı bir Amerikan yüzyılı yapmak gibi canice emeller taşıyan, serbest teşebbüs emperyalizmini dolayısıyla da militarizmi ve savaşı dayatan ABD’nin bu netâmeli jeostratejik saldırısına karşı durmak ve söz konusu projeyi daha geç olmadan boşa çıkarmak gerekiyor...